GenelYazı

S. Freud’un “Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma” (1914) Başlıklı Makalesi Üzerine- İbrahim Şahin Ateş

Bu metin, Felsefe Sanat Psikanaliz bünyesinde düzenlenen “Freud’un Teknik Metinleri” atölyesi kapsamında 16.04.2023 tarihinde tarafımda gerçekleştirilmiş sunuma aittir.

 

Herkese merhaba,

Bugün çalışacağımız “Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma” başlıklı metin çerçevesinde, öncelikle, 1914 gibi bir tarihte, Freud’un hipnoz yolu ile tedavinin psikanalizin kullanımına sunduğu kanıtları anıyor oluşunun dikkatimizi cezbetmesi icap eder. Freud’un “yorum sanatı” [Ger. Deutungskunst] adını verdiği şeyin gelişimi, hiç şüphesiz, hipnotik tekniklerin terk edilişine tekabül eder. Bununla birlikte, hipnozun sunduğu “kanıtların” Freud tarafından artık tanınmaması gibi bir durum söz konusu değildir. 1880’li yılların sonları ve 1890’lı yılların başlarında Freud’un bu türden çalışmalarda ilgisini çeken fenomen, daha ziyade, “telkin edilebilirlik” ve organik-psişik koşutluğudur. Bernheim’in Suggestion’una 1888 yılında yazmış olduğu önsözde (ki eserin çevirisi de kendisine aittir) Freud şöyle yazar:

“Bizi psişik bir süreci fizyolojik olandan, serebral kortekste vuku bulan bir eylemi korteks-altı maddede vuku bulandan kesin olarak ayırabilmeye muktedir kılan hiçbir kritere sahip değiliz. Zira “bilinç”, artık o her ne ise ne serebral korteksteki her bir etkinlik ile ne de onun etkinliklerinden herhangi birisiyle sürekli olarak ilişkilidir. O, sinir sistemindeki herhangi bir bölgeye bağlı olan bir şey değildir. Dolayısıyla bana öyle geliyor ki soru, hipnotizmanın bu genel biçim dahilinde kabul edilemeyecek psişik ya da fizyolojik görüngüler sergileyip sergilemediğine ve her bir görüngüye ilişkin kararın, özgül bir araştırmaya bağlı olup olmadığına ilişkindir.”

Bu düşünce çizgisine, Freud’un muhtemelen aynı yıl (1888) yazmış olmasına karşın ancak 5 sene sonra yayınlamış olduğu “Organik ve Histerik Felçler…” başlıklı makalesinden aşinayız. Hatırlanacak olduğu üzere söz konusu makalenin esas teması, histerik felçlerin Freud tarafından ancak “dinamik” olarak tanımlanabilen lezyonlarının organik olanlardan farkının izahıdır. Freud’a göre söz konusu dinamik lezyonlar öyle şeylerdir ki hiçbir postmortem çalışma bu lezyonları tespite muktedir değildir. Yani, ödem yahut anemiye benzerler. Aynı zamanda, yine bu lezyonlar, sinir sisteminin riayet etmesi gereken kurallara kayıtsızdır. Öyle ki histerik felçler hiçbir organik felçte söz konusu olamayacak denli bölgesel ve şiddetlidir. Bu, Freud’a göre, ancak ve ancak söz konusu felçleri ortaya çıkaran dinamik lezyonların “dil ile ilgili” olduğunun kabulü ile açıklanabilir. Freud histeriklerin dil sisteminde bir sıkışıklıktan bahseder ve sıkışıklığın vuku bulduğu kısmı “(bir şeyin) conception’u” olarak açıklar. Fransızca yazılan bu metnin İngilizce çevirmenleri conception’un Almancada ancak Vorstellung ile karşılanabileceğini dile getirirler. Dolayısıyla Deutungskunst’un işte bu conception’a kulak vermeyi gerektirecek şekilde geliştiğini söyleyebilmek mümkün olacaksa da conception Freud’un psikanalitik metinleri arasına dahil edilen en erken metinlerinden itibaren çoktan oradadır. Öyle ise bu gelişimi belirleyen (ve tetikleyen) şey telkin ve telkin edilebilirlik olmalıdır. Nitekim Freud’un çalışmakta olduğumuz bu metnin ilk paragrafında psikanalitik tedavi için sunduğu üç aşama arasındaki fark, doğrudan, aktarımın tedavideki rolüne ilişkindir.

Varılan noktada ulaşılan şey, Freud’a göre, analistin kendi gündemini (ve daha evvel çalışmış olduğumuz metinlerden bildiğimiz üzere, zamansallığını) analizana dikte edemeyeceği gerçeğidir. Yani, anamnez almak türünden bir faaliyetin, psikanalitik tekniğin dayandığı en eski kanıtlar ile çelişki içerisindedir ve bir teknik olarak (psikanalitik kriterlere [psikodinamik? değil] başvuracak olursak) ancak ve ancak hipnoz ile eş tutulabilecek kadar gelişmiş olduğu, yani, hiç gelişmemiş olduğunu söylemekte hiçbir mahsur yoktur.

İlk paragrafı okumayı sürdürelim. Paragrafın son satırlarında Freud “betimsel olarak hafızadaki boşlukları doldurmanın ve dinamik olarak da bastırmadan kaynaklanan dirençlerin üstesinden gelmenin” her üç tekniğin de ortak noktası olduğunu bildirir. Lâkin kendisinin hemen iki paragraf sonra dile getirdiği ve Freud okurlarının, esasında, “Perde Anılar” (1899) başlıklı, çalışmakta olduğumuz makaleden 15 yıl öncesine ait olan bir çalışmasından biliyor olduğu üzere, Freud’a göre, çocukluğa dair hiçbir şey yoktur ki olduğu yerde öylece analist tarafından keşfedilmeyi beklesin. İşte, bu makalenin başlığında yer almasına karşın Freud’un ancak makalenin son paragrafında dile getirdiği Durcharbeiten, yani, “derinlemesine çalışma” budur ve bu işi gerçekleştirmek ile mükellef olan taraf analist değil, analizandır. “Kurt Adam’ı” (1918) hatırlayınız. Söz konusu vaka öyküsünün Freud tarafından “ilksel sahneye” hasredilmiş olan bölümü, sırasıyla, dürtünün farklı kısımlarını gündeme getirir: Freud öncelikle hiçbir dürtünün pasif olamayacağından, dolayısıyla, onun Drang’ından ve bu vesileyle onun Ziel’inden, yanı hedefinden ve son olarak, ilksel sahnedeki “tersine çevirmeden” (Verkehrung) bahsettiği satırlarda “nesnesinden” bahseder ve tüm bu hazırlığı, söz konusu ilksel sahnenin “tekrar tekrar yeniden kuruluşuna” atıfta bulunmak için yapar. Yani, başka bir deyiş ile söyleyecek ve özetleyecek olursak, ilksel sahne bir ilk sahne değildir. İlk-lik özelliğini, yani ilkselliğini, dürtünün yapısını kristalize etmesinden alır. Bu sebeple, Freud hemen, onun “inşa olmuşluğundan” (konstrutiert) bahsedebilir. Bu metafor (bu sözcüğü Derrida’nın Yazı ve Fark’taki Freud yorumuna atıf ile kullanıyorum) Fliess’e gönderilen meşhur 6 Aralık 1896 tarihli “52. Mektup’taki” yeniden-yazım (Niederschrift) ile aynı diziye dahilmişçesine değerlendirilmeli ve psikanalizin söz konusu “betimsel” amacı hiçbir psikoloji ile karıştırılmamalıdır. Nitekim Freud “Kurt Adam” içerisinde şöyle yazar: “Hekim, herhangi bir inşa hevesiyle (Konstruktionversuche) hastaları söz konusu anılara benzer bir içeriğe yönlendirmediğinden, bu anıların (belki de ilk kez) ortaya çıkışı konusunda kendisini tamamen masum hisseder.” Söz konusu anılar, der Freud, hiçbir zaman bilinçli olmamışlardır ki hatırlanabilsinler! Freud’un Fliess’e gönderdiği 14 Kasım 1897 tarihli mektubundan alıntılıyorum (söz konusu edilen hadise, cinselliğin boşalımının hangi yollar ile gerçekleştiğidir): “…temsillerden (Vorstellungen) – yani, anı izlerinden (Erinnerrungspuren) – dolayısıyla ayrıca gecikmeli eylemler (dem Wege der Nachträglichkeit) yoluyla ortaya çıkar.”

Bu ifadeden pek çok sonuç çıkarılabilecek olsa da biz bugünkü çalışmamız açısından önem arz eden üç tanesi ile yetinelim: 1. Bu noktada, temsiller, çoktan anı izleri ile eş tutulmuştur ve 2. Bu düşünce çizgisinin Freud’un “histerik felçler” için sunmuş olduğu etiyoloji ile hiçbir uyuşmazlığından söz edilemez. Buradaki yegâne eksik, Vorstellungen’in henüz şey-temsilleri ve sözcük-temsilleri olarak ikiye ayrılmamış olmasıdır. Freud bu sonuca varabilmek için 1915 yılına dek bekleyecektir. Üçüncüsü ise anı izleri ile bir tutulan temsillerin, doğrudan, 1920 tarihli “Haz İlkesinin Ötesinde” başlıklı makalenin IV. Bölüm’üne ait bir önermeyi öncelemesidir. Söz konusu satırlarda Freud şöyle yazar: “…das Bewußtsein entstehe an Stelle der Erinnerungspur…” Bilinç, anı izinin yerine doğar. Bu kısa önerme ki kaynaklarını en az 23 yıl öncesine dek götürmüş durumdayız, doğrudan yorum sanatının, Deutungskunst’un temelidir. 1915’te Freud’un “yorum bilince yapılamaz” deyişinin, birden fazla temsille temsil edilip edilmediğini bir sorun hâline getirdiği anının, temelidir. Lacancı bir terminoloji ile “gösteren özneyi bir başka gösteren için gösterir” demektir bu. 

Hatırlama ve hafızanın yeniden inşası hadisesi “eyleme dökme” tartışmalarına gelip dayandığında, hâlen, diyaloğumuzu sürdürmekte olduğumuz 1900 öncesi Freud metinlerinden uzakta değiliz. 1894 tarihli “Savunma Nöropsikozları” makalesi, İngilizce editörleri bu noktada “Dora’ya” atıfta bulunmak ile yetinmiş olsalar da hatırlamak ile eyleme dökmek arasında yapılan ayrımı gayet net bir şekilde gözler önüne serer. Sevgili Batuhan Demir ile daha evvel gerçekleştirmiş olduğumuz “Erken Dönem Freud Metinlerinde Etiyoloji” başlıklı atölyemize iştirak etmiş olanlar, Freud’un söz konusu makalede histeri, takıntılı nevroz ve paranoya arasında bir ayrıma giriştiğini hatırlayacaklardır. Bu makalede, özetle, konversiyon histerisinde söz konusu olan durumun, yani semptomların bedensel belirtilerde tezahür ediyor oluşunun, o vakitlerde henüz gençlik yıllarında olduğu söylenebilecek olan psikanalitik tedavi açısından dahi tercih edilir bir durum olmadığı açıktır. Freud, şayet mümkün ise, “biriken enerjinin” hasta tarafından “konuşarak” boşaltılmasının yeğlendiğini belirtir. Bu ifadenin bile daha evvel aktarmış olduğumuz telkin ve felçler konulu metinlere yakınlığı aşikârdır. Dikkatinizi bir hususa çekmek isterim: Proje’den şimdiye dek hiç bahsetmedim ve bahsetmeyi de planlamıyorum. Elbette ki Freud’un Bilimsel Bir Psikoloji Projesi başlıklı kitabı, benim sizlere aktarmaya gayret ettiğim tüm hususların Freud tarafından “doğrudan” ele alındığı yegâne metindir. Söz konusu metnin yapısı ondan “parça parça” bahsetmeyi neredeyse imkânsız kılıyor. Söz konusu metnin yalnızca kendisine ait olan bir dilde yazılmış olduğundan bahsedecek olursam, herhalde bu kâfi gelecektir.

Metne geri dönüyorum. Karşı karşıya olduğumuz şey artık hatırlama değil, Freud’un ilk kez bu metinde gündeme getirdiği bir tabir, yani tekrar zorlantısı ya da takıntısı (Wiederholungszwang). Her şeyden önce, ben şunun altının çizilmesinin zaruri olduğuna inanıyorum: Bu tekrarın zorlantısı, yani zwang ile bugün bildiğimiz tabirde kullanılan obsesyon aynı sözcüklerdir. Freud’un zwang’ı İngilizcede obsession olarak karşılanmış ve Türkçeye de aynen bu şekilde geçirilmiştir lâkin ne yazık ki bu temel ilişkinin altı çizilmediğinde, naçizane düşüncem, takıntılı nevrozun yapısının gözden kaçma tehlikesi ile karşı karşıya olduğudur. Freud’un bize tasvir ettiği sahneye bir bakalım: Analizan hatırlamak yerine bir şeyi eyleme dökmek suretiyle tekrar ediyor. Freud’a göre bunun çeşitli gerekçeleri olabilir. Hastanın aktarımının bu tezahürü meselenin yalnızca analist ile ilgili olduğuna delalet etmek zorunda değildir. Analizanın içerisinde bulunduğu yaşam koşulları, tümüyle, bu tekrar zorlantısının bir parçasıdır. Dolayısıyla hasta hatırlamak yerine eyleme dökmeye yönelik bir zorlantıyı sergilemeye başladığında, Freud’un bize “Tedaviye Başlamak Üzerine” (1913) başlıklı makalesinde gündeme gelen önemli bir husus da tecessüm etmiş olur: Analiz hafta boyunca devam eder. Dolayısıyla adına “analitik çerçeve” denen şey bugün kimi analistler tarafından önceden belirlenmiş sürelere, ücretlere ve benzerlerine indirgenmeye çalışılıyor olsa da analitik tecrübenin kendisi buna fena hâlde direnmektedir. Analiz hayata dönüşmektedir. Naçizane düşüncem, Derrida’nın Freud’u andığı her satırı böylesine çarpıcı kılanın bu olduğu yönündedir. Bu noktada sormak isterim, inanıyorum ki “sırtı divan görmüş” kim var ise benimle aynı fikirde olacaktır, analizi gündelik yaşamınızdan tam olarak hangi yollar ile ayırabiliyor ve o hafta için seansınızın sona erdiğine nasıl kani olabiliyorsunuz? Analiz bir gün gerçekten yaşama hizmet edebilsin diye yıllar boyunca yaşam analize hizmet eder. Tekrar zorlantısı “olup bitmiş” şeylerin yeniden üretimi değildir. Mutlak tekrar söz konusu değildir, söz konusu zorlantı mutlaka bir artık, bir fark üretecektir. Bu sebeple, hiçbir şey için değilse bile bu sebeple, analistin herhangi bir “gündemi” analizana dayatabilme yetkisi bulunmamaktadır ve daha evvelki oturumlarımızdan birinde söylemiş olduğum üzere, “örüntüler tespit etmekten müteşekkil yorumlar”, direncin böylesine bir kuvvetle tezahür ettiği anlarda, psikanalizin tüm metapsikolojik öncüllerine ters düşecektir. Freud’un sözleri ile hastalık geçmişte olup bitmiş bir şey (eine historische Angelegenheit) değildir, bizzat gündemdir, hastanın şimdiki zamanıdır, bugüne dair bir kuvvettir, eine aktüelle Macht’tır. Analistin görevi, olağanca kuvveti ile güncel olan bu hastalık ile mücadele ederken onun geçmişe dair izlerini sürmeyi sürdürmektir lâkin bu kesin bir şekilde hastayı “geçmişine dair sorguya çekmek” ile karıştırılmamalıdır. Freud “Kurt Adam’ın” hemen ilk satırlarında bunu açıkça beyan eder: Ancak hasta gündemine taşıdığı müddetçe ilksel olan çalışılabilir. Analistin ilksel olanın bugünün ensesinde oluşunu bilişi, buna bir istisna oluşturmaz.

Freud’un tedavinin analizanın hastalığına bakışını değiştirdiğini öne sürdüğü satırları ile devam ediyorum. Analizana atfettiği “deve kuşu politikası”, bir kez daha, bizlere Deutungskunst’un inceliklerini hatırlatabilir. Freud’a göre analizan fobisinin ortaya çıktığı kati koşullar yahut takıntılı fikirlerinin söz dizimi (Wortlaut) karşısında kafasını kuma gömmektedir ve yine analizan, tam olarak bu sebeple, hastalığını değersizleştirmekte, ona gereken önemi atfetmemekte, yani onu küçümsemektedir. Bununla birlikte, analizanın karşısına geçmek ve şu anda küçümsüyor olduğu şeyleri “ciddiye almasını” salık vermek de analitik teknik açısından yeni sorunlara gebedir: Öyle mi, onları bastırmamalı mıydım yani, şimdi görürsün sen… Bir yorum, örneğin, analisti şaşırtacak kadar yoğun bir şekilde analizan tarafından üstlenilebilir. Hatta, başlangıçta, yorumun böylesine bir özveri ile üstlenilmiş olması analisti temkinli olması gereken bir başarı düşlemine de sürükleyebilir. Hatırlayacak olursanız, Freud’un bu yöndeki bir yorumunu onun “Aktarım” başlıklı konferansına atıfta bulunarak daha evvelki oturumlarımızda dile getirmiştik. Yani direncin ve “özverinin” tezahürlerini konuşmayı sürdürüyoruz; daha evvel Freud’un bu konudaki görüşlerini dile getirirken seanslara notlar alarak gelen analizanlardan bahsetmiş idik. Bu “çalışkanlık emaresinin”, doğrudan, hatırlamak yerine eyleme dökmek olarak ele alınması pekâlâ makuldür. Rüyasını, örneğin, notlarına bakarak aktarmakla meşgul bir analizana bu tutumun gerekçelerini sorduğunuzda “yanlış anlatmaktan, saçmalamaktan, çok önem verdiği bir şeyi unutmaktan…” bahsetmesi kuvvetle muhtemeldir. Analistin bilgiye ve “tarihsel gerçekliğe” bu şekilde kulak vermek için teorik olarak hiçbir gerekçesi olmasa da elbette ki analizan açısından “analizin yegâne kuralına uymanın” hiç de kolay bir iş olmadığı ile bir kez daha karşı karşıya kalırız. Notlar almak, eyleme dökmek ve türevleri ile kaçınılan şey hatırlamanın ve serbest çağrışımın gerektirdiği Durcharbeiten’dır ve söz konusu çağrışımın “serbestliği” onun psişik maliyetinin analizan namına ne kadar yüksek olduğu gerçeğini gözden kaçırmamıza meydan vermemelidir. Tüm gün boyunca kendi hâlinde faaliyet göstermekte olan sindirim sisteminizi “tersine” çalıştırmayı denediğiniz anları, yani, istifra etmeyi düşününüz. Birincisi, herkes istifra edemez. Bu hakikaten meşakkatli iştir. Üstelik tekniği de kişiden kişiye değişir ve ikincisi, son derece yorucudur. Analsitin kulağı bilinçdışının öğürdüğü anlara yönelmesi icap eder. Hastanın sindirimine mâni olacak, boğazında düğümlenecek, onu garip sesler çıkartmaya mecbur bırakacak, ağzına ve dilinin ucuna acı sular getirecek, midesini ekşitecek ve nihayetinde yorgun düşürecek olan anlar. Analizan ve analistin namına Arbeit ve Freud böyle söylüyor, en azından belirli bir süre. Analist analizanın dirence aşina olması, onu derinlemesine çalışması için analizana gereken süreyi vermelidir, onunla beraber çalışmalıdır, Arbeit mit dem Analysierten. Bu Arbeit, Kunst’un koşuludur. Bu ne kaçınılabilecek ne de aceleye getirilebilecek bir iştir, diyor Freud; söz konusu iş bilinçdışının zamansızlığına eşlik etmektir. Analistin payına düşen “sabır”dır. Yalnızca bu metnin değil, 20 küsür yıl sonra gelen “Analizde İnşalar’ın” konusu da budur. Freud yorumu ancak ve ancak zamanın sınayabileceğini belirtir, söz konusu metinde, başka hiçbir şey. Ancak ve ancak bu sabır, analitik tedavinin bu biçimini, telkin ile yürütülen süreçlerden farklılaştırabilir. 

Teşekkür ederim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu