GenelYazı

Bir Şeyi Bilinçli Kılmak- İbrahim Şahin Ateş

Bu metin, 23.07.2023 tarihinde Felsefe Sanat Psikanaliz tarafından Salt Galata’da gerçekleştirilen “Ego ve İd’in 100. Yılı” başlıklı konferansta sunulmuştur.

 

Herkese merhaba, 

“… etwas Bewußtmachen”, yani, bir şeyi bilinçli kılmak. İfade, aşina olduğunuz üzere, bugün toplanmamıza vesile olan metnin ikinci bölümünün hemen ilk satırlarında Freud tarafından dile getiriliyor. Freud’un sorusu “bir şeyin nasıl bilinçli kılınacağına” ilişkin. Bir şey bir hâle gelecek; ifadenin bize işaret ettiği şey budur. Bu da hâliyle söz konusu şeyin “niteliğinde” vuku bulacak olan bir değişikliği ima etmekte gibi gözükmektedir. Hakikaten böyle olup olmadığını şimdilik bir kenara bırakalım ve şu temelleri ifade etmekle başlayalım: Bir şey (ki henüz onun adını koymuş değiliz) yaygın kanının aksine bilinç seviyesine yükseltilmiş değildir. Freud’un topografik kuramı bu türden bir anlayış ile hiçbir şekilde örtüşmez. Bir şeyin “karanlıklardan” aydınlığa çıkarılacağı gibi bir düşlem psikanaliz ile karşılaşan toplumları hiç şüphesiz uzunca bir süre oyalamıştır ve hatta oyalamaya da devam etmektedir. Zira bu anlayış bilincin pek muteber bir mertebe olduğu zannı üzerine inşa edilmektedir; söz konusu şey ancak karanlıklara dair olabilir.

Freud “bir şeyi bilinçli kılmak” ifadesindeki “niteliksel” değişikliğin tahlilini 1915 yılında, “Bilinçdışı” başlıklı makalesinde gerçekleştirmişti. Söz konusu makaledeki soru, bilinçli olan şey ile bilinçsiz olan şey arasındaki farkın bir nitelik farkı olup olmadığı idi. Freud’a göre, başlangıçta, iki ihtimal söz konusu olabilirdi: Ya bu iki şey hakikaten de psişik aygıtın bellek denen yazı tahtasındaki iki ayrı kayıttı ya da bir şey bilinçli hâle geldiğinde yapısında işlevsel bir değişiklik vuku bulmaktaydı. Her iki seçenek de öyle ya da böyle bilinçli şey ile bilinçsiz şey arasındaki niteliksel bir farkı zımnen öne sürmekteydi. Bildiğiniz üzere Freud her iki seçeneği de ıskartaya çıkarmış ve üçüncü bir ihtimâli teorize etmiştir.

Bunun ne kadar önemli olduğunun altını çizebilmek için Freud’un Proje’sine dek geri gitmemiz icap eder. Bildiğiniz üzere bu metin 1895 yılında Freud tarafından kaleme alınmış lâkin hiçbir zaman yayınlanmamıştır. Metin, niceliksel süreçlerin tabi olduğu yasaların takdimi ile başlar. Bu yasalar Freud’un eserinin ilerleyen yıllarında haz ve gerçeklik prensipleri olarak karşımıza çıkacaklardır. Freud’a göre psişik aygıt uyarılmış olma hâlinden bir an evvel kurtulmak ister. Bir şey niceliksel olarak çok artmıştır ve “uygun” bir eylem ile boşaltılması icap eder. Şimdi, bu çokça artan ve nöronlar arasındaki elektriksel iletim ile izah edilmeye çalışılan şey libidodur. Ne var ki henüz Freud tarafından bu şekilde anılmamaktadır. Temel prensip uyarınca nicelik hücrelerarasında devinir ve bazı özel hücrelerde (ki bu ikinci temel prensip ile ilgilidir) depolanır. Bir sonraki adıma geçmeden evvel şunu belirtelim: “etwas Bewußtmachen” ifadesindeki şey, Proje’nin dilinde “nöron”dur. Jacques Lacan’ın 6. Seminer’inde belirtmiş olduğu üzere Freud, teorisini dayandırabileceği bir dilbilim literatüründen yoksundur ve elinde “gösteren” gibi bir kavram bulunmamaktadır. Bu nöronların dahil olduğu sistemler ise topografik kuramdaki bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışına tekabül eder. Niceliksel fark bir nöronun ne kadar “yüklendiğine” ilişkindir. Peki niteliksel fark neden temel önem arz etmemektedir? Psişik aygıtta her şey “fark” ile ilgilidir ama her şey fark ile ilgilidir demek, Jacques Derrida’nın belirttiği gibi, hiçbir şey dememektir. Nitekim, nasıl olur da her şeyin özünün différance olduğunu söylemek mümkün olabilir?

Yaygın kanılardan birisini hemen sınayalım. Dışarıda psişik aygıttan ayrı bir gerçeklik bulunduğunu öne sürmek ve niteliğin esasında bu gerçekliğe ait olduğunu söylemek kâfi midir? Psikologlar, psikiyatristler, neo-Freudcular ve hatta Freud’un kızı bu fikirdeyse de Freud hiç de değildir. Hemen Proje’den aktaralım: “Nitelikler nereden doğar? Dış dünyadan değil. Zira psikolojinin de burada [Proje’de] tâbî olması gereken bizim doğa görüşümüze göre, dış dünyada hareket hâlindeki kütlelerden başka hiçbir şey yoktur.” Bu ifadenin yavaş yavaş metapsikolojik düzleme taşınabilmesi adına Freud’un 1911 yılında kaleme almış olduğu “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyonlar” başlıklı makalesine değineceğim. Makalenin E. Kapkın ve A. Tekşen tarafından gerçekleştirilen çevirisinde 35 ve 36. sayfalara başvuracağım. Özetlemek gerekirse: Dış dünyanın ivedi içsel gereksinimler için tanıdık kılınması icap eder. Yani, pek çok uyaran, hiç durmadan, algı sistemini ve dolayısıyla duyu organlarını tahrik eder. Freud’a göre zaman içerisinde bilinç, bu bombardıman karşısında takındığı edilgen konumu yavaş yavaş terk eder ve yalnızca bir alıcı olmaktan farklılaşır. İşte bu, Freud’un “gösterge sistemi” dediği şeyin inşası ile mümkündür. Bu gösterge sistemi bellektir.        Bu belleğin işlevinin bastırmadan bir farkı vardır: Bastırma, hazsızlık veren gösteren ya da temsilleri yüksüz hâlde bırakır. Lütfen Freud’un kullandığı sözcüklere itibar ediniz. Buradaki yük, bir nöronun elektriksel yükünden ayrı bir şekilde tahayyül edilebilir değildir. Devam ediyorum. Bellek bir gösterenin gerçeklik ile uyum içerisinde olup olmadığını tarafsız bir yargı hükmüne dayanarak sınar. Bu sınama uyarınca bir gösteren bellek izleri ile mukayese edilir. Yani, bellek gerçekliğin teminatıdır. Lâkin Freud’un Wilhelm Fliess’e göndermiş olduğu 6 Aralık 1896 tarihli meşhur “52. Mektup’tan” bildiğimiz üzere Freud’da bellek bir kereliğine kurulan ve sonsuza dek geçerli olan bir şey değildir; bellek kurulmayı hiç bırakmaz. Nihayetinde vardığımız nokta belleğin son derece keyfî bir yapısı olduğu şeklinde olmak zorundadır. İyi ama keyfiyet nasıl olur da gerçekliğin teminatı olabilir? Söz konusu keyfiyetin düzensizliğe delalet etmediğini gösterebilmek adına 1897 ve 1920’den iki alıntı yapacağım.

İlk alıntım Freud’un Fliess’e gönderdiği 25 Mayıs 1897 tarihli mektubundan olacak. Bu mektuba göre düşlemler şu şekilde oluşur:

Düşlemler, bir başkasıyla bileşik olan bir kimyasal yapının ayrışımına benzer olarak bir birleşim ve saptırma süreci ile inşa edilirler. Birinci türden bir saptırma bilhassa kronolojik ilişkilerin hiçe sayıldığı bir parçalama süreci ile anının tahrifini içerir. (Kronolojik düzeltmeler bilhassa bilinç sisteminin aktivitesine bağlı gözükür). Akabinde görsel sahnenin bir parçası işitsel bir parçaya eklenir ve düşlemi oluştururken geriye kalan parça başka bir şeye bağlanır. Bu yol ile daha erken bir ilişkinin izini sürmek imkânsız hâle gelir.”

Kullanımına hazır bir dilbilim teorisi bulunmayan birisi için böylesi bir açıklama fevkalade ilgi çekicidir ve aşina olanların bildiği üzere Freud’un 1890lı yılların başlarında afazi üzerine gerçekleştirdiği çalışmalardan nasibini almıştır. Konuşmamın sınırlarını muhafaza edebilmek adına bu hususu araştırmayı sizlere bırakıyorum. İkinci alıntımı “Haz İlkesinin Ötesinde” (1920) başlıklı makalenin 4. Bölüm’ünden yapacağım. Bölümün ikinci paragrafının sonlarına doğru Freud “bilincin bir anı izinin yerine doğduğunu” söyler. Yani, hiçbir yorum katmadan rahatlıkla ifade edebiliriz ki Freud’da bilincin kökeni bir izden başka bir şey değildir. O hâlde Freud’un sorusunu, hâl böyle iken, tekrar edelim: Bir şey nasıl olur da bilinçli hâle gelir, bilinç bir izden başka hiçbir şey değilken? Bir şeyin bilinçli hâle gelmesinden bahsederken bir gösterenin “hortladığını” söylemeye nasıl oluyor da böylesine yaklaşabiliyoruz? Unutulmamalıdır ki Türkçede daha ziyade apres-coup olan Franzızcası ile bilinen Nachträglichkeit kavramı Freud tarafından Proje’de (2. Bölüm’ün son satırlarında) “posthüm” olarak ifade edilir. Bu sürece “bastırılanın geri dönüşü” demekten, maalesef, imtina ediyorum. Süreci böyle adlandırmakta hiçbir mahsur yoktur ama “bastırılanın geri dönüşü”nden bastırılanın ait olduğu yere geri dönüşünü anladığımız müddetçe bilinçdışının zamansızlığına gereken ihtimamı göstermenin yakınından bile geçiyor sayılamayız. “Sıçan Adam”ın benim çokça sevdiğim bir dipnotunda Freud gösterenlerin nasıl olup da hortlayabildiğini açıklarken ulusların kendi tarihlerini söylenceye dönüştürmelerinden dem vurur; tarih bu vesile ile yeniden yazılır ve böylelikle, Marx’ın sözüne gelmiş oluruz: Önce trajedi, sonra fars. Tekerrürün trajediden farsı damıtabilişi Freudcu manada “espri işi”ne dayanır. Nitekim espri, bastırılmış bir şeyi bilinçli kılmanın yollarından birisidir. Freud 1915 tarihli “Bastırma” başlıklı makalesinde bize böyle öğretir: Espri göstereni kaldırır (Aufhebung).

Bu noktada, yani espri işine ulaştığımız bu anda, analitik yorumun metapsikolojisini gündeme getirmek gerekir. Freud 1915 tarihli “Bilinçdışı” başlıklı makalesinin Türkçe çevirisinin 193. sayfasında şöyle söyler: “Yine de psikanalitik sağaltım Bd.B. doğrultusundan etkileme üzerine kuruludur ve her koşulda bunun güç olmasına karşın olanaksız olmayan bir iş olduğunu gösterir.” Freud’a bunu yazdıran şey, analizin gizli saklı kalmış olanı, karanlıkta kalmış olanı keşfetmek ile ilgili bir pratik olduğu zannının önüne geçmektir. Analistin yorumunun çalışacağı seviyelerden birisi, az evvel size aktarmış olduğum düşlemlerin yapısına ilişkin anlatı ile beraberce düşünülebilir. Müthiş bir cümlesi vardır Freud’un, 1899 tarihli “Perde Anılar’ın” son satırlarından birisinde: Hiç kimsenin çocukluk anısı yoktur, der. Sahip olduğumuz tek şey çocukluğa dair anılardır. Bu sebeple bir şeyi bilinçli hâle getirmek, hastanın anlatısını lojik ve kronolojik kanıtlar ile mukayese etmek suretiyle sınamak değildir. Aynı şey, bellek için de geçerlidir. Bugün Türkiye’de kimi meslektaşlarımızın ve sözüm ona üstatlarımızın Freud’un “dalgalı bir dikkat”ten bahsettiğini zannetmelerine sebep olan şey, budur. Freud tüm imkânlarıyla, mutlak bir konukseverlik ile analizana teslim olmuş kulaklardan bahseder. O kulaklar ki analizana gerçek bir konukseverin yapacağı gibi, kim ve ne olduğuna dair hiçbir soru sormadan teslim olurlar. Freud’dan aktarıyorum (s. 174): “Bir şeyi işitmek ve bir şeyi yaşamak içerikleri aynı olsa da ruhbilimsel doğaları açsından çok farklı iki şeydir.” Bir hastanın gerçekten ne yaşadığı ile meşgul olan bir analist, henüz işitilebilir hâle gelmemiş olsa da çoktan yaşanmış olabilecek olan bir sese karşı sağır kalmayı sürdürecektir. Eğer bellek işaret ettiğimiz gibi keyfî ise nasıl olur da bir kişi çıkıp gerçekten yaşananın hükmünü verdiğini iddia edebilir? Her şey bir kenara bırakılsa dahi bu türden bir kavrayış, psikanalitik manada yargı hükmünün metapsikolojisine tamamen sağırdır.

Bunun için birkaç örnek vererek önermemizi destekleyebiliriz. Örneğin 1922 tarihli “Eşcinsellik, Kıskançlık ve Paranoyada Bazı Nevrotik Düzenekler” yahut 1937 tarihli “Analizde İnşalar” başlıklı makaleler ile başlanabilir. Bu iki metinde de Freud analistleri hastaları ile “gerçekliğin niteliği” hususunda sözlü bir tartışmaya girmemek hususunda uyarır. Bilhassa ikincisini okumak, Freud’un üstü kapalı bir şekilde gelen Shakespeare atfı ile birlikte çok da keyiflidir. Polonius Hamlet’in kendini deliye vuruşunu şöyle tarif eder (Bülent Bozkurt çevirisi ile aktarıyorum): “Delilik olsa bile, bir düzen var içinde… Açık havadan kaçar mısınız Lord’um?” Polonius müthiş bir psikolog sorusu soruyor. Aklı sıra Hamlet’in tanısını araştırmakta. Hamlet cevaplandırır: “Mezarıma mı?” Polonius kendi kendisine düşünür: “Doğru ya, orda da hava yok. / Zaman zaman nasıl da gebe cevapları! Delilerden sık çıkan bu cevherleri akıllı ve sağlıklı düşünce ne kadar uğraşsa bulamaz.” İşte, der Freud, delilikte yöntem ve bir miktar tarihsel gerçeklik vardır. Bu sebeple de analistleri uyarmaya başlar: Yorumun bir “evet” ile onaylanışı kadar bir “hayır” ile reddi de kendi başına hiçbir şey ifade etmeyecektir. İkincil kanıtların peşinde olmanız gerekir, der Freud. Bunun yanı sıra, kendi meslektaşları ile dahi sözlü tartışmalara girmekten taraf değildir. Örneğin “Bilinçdışı” başlıklı makalesinin hemen ilk bölümünde, bilincin fiziksel mi yoksa ruhsal terimlerle mi açıklanması gerektiği sorusu, Freud’a göre, meslektaşlar ile girilecek sözel tartışmalar ile karara bağlanabilecek olan bir şey değildir. Bu noktada da Polonius’a hak vermemiz icap eder: Delinin düşüncelerinin gebe olduklarının yanında sözel bir tartışma gebede kulak kalır!

Freud’un “bir şey nasıl bilinçli kılınır” sorusuna verdiği cevap fazlasıyla açıktır ve Freud bu cevabı vermekte bir an bile duraksamaz: “Kendisine karşılık gelen sözcük sunumlarına bağlanarak.” Lâkin fazlasıyla kolay verilebilir bu cevaba gerekli ihtimamı göstermez isek hemen üç sayfa sonra gelen şu cümle anlaşılamaz hâle gelir: “Düşünme sürecinin bir aşırı-yükü söz konusu olduğunda düşünceler – sanki dışarıdan geliyormuş gibi ­gerçekten algılanır ve sonuçta gerçek olarak alınırlar.” Şimdi, takip edebileceğiniz üzere Freud’un 1923 yılında sarf etmiş olduğu bu cümle ile Proje’den yaptığımız alıntılar uyum içerisindedir. Proje’de eksik olan şey Freud tarafından metapsikolojik olarak 1915 yılında tamamlanmıştır. Bu eksik İngilizceye genellikle “düşünce” olarak çevrildiği için Türkçede de böyle bildiğimiz lâkin esasında Freud’un temsilleri yahut gösterenleri kastettiği Vorstellung sözcüğüne ilişkindir. 1915’te Freud temsilleri üçe ayırır: Şey temsilleri, sözcük temsilleri ve nesne temsilleri. Bu ayrım, yukarıda da ima ettiğimiz üzere, Freud’un afazi üzerine çalışmalarına dek gerisin geri takip edilebilir. Proje’de birbirinden farklı sistemler olarak tasvir edilen topografik katmanlar, böylece, kaydın çeşitli biçimleriyle desteklenmiş olur. Hemen, 1893 tarihli “Afazi” makalesinden kısaca bir alıntı yapalım: “Doğada “nesne” ve “sözcük” arasındaki ilişki “sembolik”tir. Her nesne bir sözcük ile “sembol” olarak çağrışım içerisindedir. Konuşma çağrışımlarının tam bir görüntüsünü elde edebilmek için nesne ile çağrışımı kabul etmek zorundayız.” Bu noktada kliniğin ne kadar göbeğinde olduğumuzu doğrudan işaret etmek isterim. Yine aynı yılda, 1893 yılında, Breuer ile birlikte kaleme aldıkları “Ön Bildiri’de” şöyle yazarlar: “Başlatıcı nedenle hastalıklı görüngü arasındaki ilişki “simgesel” denebilecek bir ilişkidir – sağlıklı insanların düşlerde oluşturduğu türden bir ilişki. Örneğin zihinsel bir acıyı bir sinir ağrısı ya da ahlâkî bir tiksintiyi bir kusma izleyebilir.” Böylelikle metapsikolojik, klinik ve fizyolojik açıklamaların Freud tarafından neredeyse aynı cümleler ile farklı yıllarda dillendirildiğini görmüş olduk. İşte, Freud’a göre analistin yorumunun (katmanlarından birisi) bu simgesel/sembolik olana hitap etmekle mükelleftir. Sözel tartışmaların kulaktan kaçırdığı şey budur.

“Bir şeyi bilinçli kılma”ya ilişkin tartışmamızı afazi ve histeri vesilesiyle bedene taşımış olduğumuzu varsayıyoruz. Hiç şüphesiz tartışmanın gerektirdiğince dört başı mamur bir şekilde değil. Şimdilik bununla yetinmek zorundayız. “Ego ve İd’in” ilgilendiğimiz bölümünün niçin bedene ilişkin bir formül ile sona erdiğini gündeme getirmemiz icap etmektedir. Formülü hatırlayalım: “Ego ilk ve öncelikli olarak bedensel bir Ego’dur; yalnızca yüzeydeki bir varlık değil ama bizzat bir yüzeyin yansımasıdır.”

Sunumumun sonlarına yaklaşıyorum. Proje’nin genel yapısından, çeşitli vesileler ile, size bahsetmiş bulundum. Dışarıdan ve içeriden gelen uyaranlar, bu uyaranlar arasındaki niceliksel fark, bu uyaranları alan ve işleyen sistemler arasındaki fark, psişik aygıtın nihai amacı ve diğerleri; bunlar esas başlıklar olarak sıralanabilirler. Şimdi, müsaadenizle, 1926 tarihli “Kaygı” makalesine geçiyorum. Freud şöyle yazıyor (çeviri sevgili Hakan Atalay Hoca’ya ait): “Duygulanım durumları zihne ilk örseleyici yaşantıların tortuları olarak alınmışlardır ve benzer bir durum ortaya çıktığında bellek simgeleri gibi yeniden canlandırılırlar.” Böylelikle, bir kez daha, Freud’da “sembol” ile karşılaşmış olduk. Daha önceki örneklerini 1893 tarihli “Afazi” metni ve 1895 tarihli “Ön Bildiri’de” göstermiştik. 30 yıllık bir ilişkiyi, harikulade bir cümle ile işaret etmeye çalışmaktayız. Her bir kelimesi için çeşitli metinlere atıfta bulunulabilir. “Yeniden canlandırılırlar,” diyor Freud. “52. Mektup’u” hatırlayınız. Hafızanın yeniden ve durmadan yazılışı tezi, sürüyor. Proje’deki gibi “dirilen” gösterenler var, karşımızda. Tortular diyor. “Yas ve Melankoli”, “Bir Çocuk Dövülüyor” ve bugün çalışmakta olduğumuz “Ego ve İd”. Hepsi, çeşitli kısımlarında, bu tortuların akıbeti ile ilgilenir.  1926 Kaygı makalesinin bu satırlardaki derdi, kaygının “bastırma” durumunda yoktan var edilmediği tezidir; ortaya çıkan şey bir bellek imgesinin bir fark ile yeniden üretilişidir. Bakınız bu durum, Proje’deki “nitelik problemi” ile uyum içerisindedir. Proje’de “yeniden üretim” ve “devir” sözcükleri, “nitelik” denen şeyi teorize edebilmek adına kullanılırlar. Takip edilecek son sözcük “örseleyici”dir. Hangi koşullarda travmatik sonuçlar doğurabilir? Freud iki durumdan bahseder: İstenmeyen bir dürtüsel itki dışsal bir algı nedeniyle ortaya çıktığında ya da böyle bir kışkırtma olmadan ortaya çıktığında. Koruyucu kalkan ve bilincin sınırları burada, her zaman olduğu gibi, üst üste biner. Bedenin sınırları, hiç durmadan, yeniden üretilir. “Ego ve İd’in” II. Bölüm’ünün son satırlarının manası budur. “Anatomi kader”dir vecizinin manası budur. Freud’da kader, kaderleşmeyi bırakmayandır.

Böylelikle Ego’nun dış dünyadan gelen uyaranları karşılamakla mükellef ve bundan ibaret olan bir sistem olmadığını görmüş oluyoruz. Sunduğumuz tüm açıklamalar, “bir şeyi bilinçli kılmak” denen hadisenin, haz ilkesinin karşısına yerleştirmek ile yetinilebilecek bir gerçeklik prensibinin Freud’un eserinde namevcut oluşu ile ilişkili olduğunu ortaya koymaya dairdir. Bu metapsikolojik bir zorunluluktur. Ego, tıpkı bellek gibi, farklılaşır. Algı, Ego’nun farklılaşma potansiyelini muhteva eder. Dil sürçmeleri, sakar eylemler ve benzerleri, bu potansiyelin kısa devreleridir. Bedenin erojenitesi, bu potansiyelin bir diğer adıdır. Penisin 1914 yılında Freud tarafından bir “ilk imge” olarak tasavvur edilişi, Lacancı manada fallik gösterenin teorik temelidir. Bedenin erojenitesi, Lacancı bir dil ile, “bir organın, özneyi, başka bir organ için temsil edebilme potansiyelidir.” Bugün, kısaca, bu iddiamızın metapsikolojik temellerini sunmuş olduk.

Teşekkür ederim.   

Sunan: İbrahim Şahin Ateş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu