Yazı

Lucian Freud ve Resim Sanatında Psikoloji – Yiğit O. Özdemir

Çapraşık Bir Espas Sorunu

Freud soyismi meşum bir gölgenin içerisinden geçerek bulunur genelde, zorlu karşılaşmaların yahut yenilgilerin ardından. Psikanalizin bir disiplin olarak tası tarağı toplayıp İngiltere’ye taşınmasının ardından, Britanya topraklarında da hızla kök salmaya başlayacaktır bu isim. Ancak ben bu yazıda Baba Sigmund Freud’un oğlu Ernst’in ortanca oğlu Lucian Freud’un resimlerinden bahsetmek üzere sözü alacağım. Kendisinin de ifade ettiği üzere “Lucian Freud ve psikanaliz iki ayrı kutup”.

Torun Freud, ölümünden birkaç sene öncesine kadar yaşayan en büyük ressam olarak selamlanıyordu. Vedasından sonra tahtını sanıyorum ki D. Hockney’e bırakmış oldu. Bugün her ikisi de Britanya’nın modern resim geçmişini temsil eden çizginin üzerinde birer çentik olarak duruyorlar.

Aslında İngilizler 19. yy’da modernizmi özümsemek konusunda geri kalmışlardı. Viktoryen çağın heybeti onları Fransa’da gelişmekte olan akımlara karşı mağrur ve biraz da kibirli kılıyordu. Ne zaman ki Birinci ve İkinci Savaş patlak verdi, modern sanatın önce ticaretiyle, ardından ise kendisiyle biraz gönülsüzce de olsa içli dışlı oldular. MoMA’nın kuruluş aşamasında çıkartılan kartografinin, bölümlenmelerin ve cerrahi müdahalelerin çoğu dönemin Paris’te olan biteni anlamaya çalışan ana akım İngiliz sanat tarihçilerinin ürünü.

Elbette söz konusu sanat ve sanatçılar olduğunda, fırsatlarını iyi değerlendirenlerin ön plana çıktığı doğrudur. Francis Bacon’ın İngiliz modernizmi içerisinde Henry Moore’un karşı kutbunda yer aldığı İkinci savaş ertesi yıllardan sonra, 1970lerle birlikte biraz olsun geri plana itildiğini görürüz. Ardından duvarın dağılması ve resim sanatının tükendiği velvelesi, Saatchi’nin ite kaka sahneye sürüklediği Young British Artists (Genç Britanyalı Sanatçılar) grubunu ışıkların altına girmeye zorlar.

Bu gruba vakitlice değinildiğini düşünmüyorum. Ne eleştirel ne de övgü dolu olması manasında, grubun gevşek bir sanatçı topluluğu olduğunu ve dönemi için pek çok çevre ülkede model oluşturduğunu da eklemem gerek. Her şeyden önemlisi, Berlin duvarı sonrası yıllarda sanatın geçirdiği krizin tuval resmine yansıyan hıncının semptomu olarak okurdum, ben olsam. Ancak demokrasi bu ya, bu durum, Gombrich gibi tarihçileri Salon resminin kenara itilen hazinelerini övmekten ve Freud’u bir yağlı boya ustası olarak yeniden keşfetmekten uzakta kalmamıza neden olmadı.

Gelenek ve Çağdaşlık arasında kayıp modernlik

İnsani bir müdahalenin neye benzediğini politikadan biliyoruz aslına bakarsanız, bolca kan ve gözyaşından sonra bölgeye Birleşmiş Milletler orduları epeyce bir yardım götürürler. Sonunda bombalanan şehirler, yaraları sarılan insan görüntüleri eşliğinde medyada servis edilir. Batı dünyasında ve yurttaş psişesinde oluşabilecek travmalar ve olası mesuliyetlere dair huzursuzlukların önü ise böylece alınmış olur. Avrupadaki güvenli evin çitleri her daim sağlam çekilmiştir ve çimlerin her daim “bu tarafının” yeşil kalmasına özen gösterilir.

Öyle ya, bu atomize olmuş bireyler peyzajında, modernlik sonrasında artık kadim görünen psikoloji bilimi tekrardan revaçta olacaktır. İlaç endüstrisi, iş yerinin gitgide tımarhaneyi andıran yalnızlaştırıcı ekonomisi ve çevresi, insanları, bilhassa da artık arı ve ağır işlerde çalışmasına ihtiyaç duyulmayan İngiliz işçi sınıfını daha da yalıtacak, daha da kendi derinliğinin uçurumlarına atacaktır. İşte Freud, tam olarak bu noktada ustalığını konuşturur.

Ustalık sözcüğünü lütfen alaycı bir manada da kullanmama izin verin, çünkü sanatta ustalık, bir anlamda olgusallıktan kopamayan bir bakışın ürünü de olabilir. Bu resimlerde ise, kendi ustalığını geri kat eden bir virtüözü görürüz daha ziyade, işte Freud söz konusu olduğunda özgül ağırlığı budur ustalığın.

Genç Britanyalı Sanatçılar ve tuval üzerine klasisist bir üslubun bezemelerinden kaçış yok gibi görünen 2000li yıllarda, Lucian Freud fazlasıyla ünlenmiş ve taklit edilmiş bir sanatçıydı. Bugün yağlıboya sanatının klasik üslupta yaşatılması tartışmasını ise tüketmiş bulunuyoruz. Hockney gibi empresyonist ve Pop detayları, coşkulu bir biçimde ön plana çıkartan sanatçılar daha fazla görünür oldu. Ancak ne yazık ki konumuz, Hockney vs. Freud değil.

Bir detayın detaylandırılması: Yüksek üslupta proleter portreler

Sıradan insanların derinliğini keşfe çıkan Lucian Freud, övüncünü zaten “resim sanatına psikolojiyi geri getirdim” diyerek ifade ediyor. Psikolojinin kendisinin bir espas sorunu olarak ele alındığını ise ilk defa gerçekten de onun resimlerinde görürüz.

Geleneksel realizmde derinlik ve figürün ruhsal durumu arasında daima bir gerilim vardır. Freud bu gerilimi bir anlamda iptal ederek figürü tekrardan neredeyse tamamıyla ontolojik bir düzlemde düşünürken, psikolojiyi de aslında dışavurumcuların yaptığı bir biçimde, biçimde, tende, figürde aramaya koyulur. Kısacası bu psikolojik realizm, modernlik sonrası, onun deneyimlerinden yola çıkan bir realizmdir.

Freud’un klasik manada bir yağlı boya ustası olmadığını ifade edebiliriz, şu halde. O Caravaggio’nun esrarengiz karanlıklarından çıkarttığı figürleri ameliyat masasına benzeyen koltukların üzerine, sayrı bir ışığın altına yatırır. Ancak bu hasta olma durumu, bizatihi sınıfın patolojik, kırılgan bir vaka olmasıyla ilintilidir. Yalnız, bölümlenmiş odalarda ruhlarını da tabuta yatıran bu figürler için yapılacak en iyi şey, onları en narin anlarında ölümsüzleştirmek gibi gelmiştir sanki.

Sonuç olarak Freud da bunu yapar, Bacon’ın bıraktığı yerden bu dramatik senaryoyu teşhir eder. Savaşın değil, bu sefer sağlıklı ve ideal bir yaşamın çürüttüğü vücutlara dikkat çeker. Aynı anda, farklı bedenlerde. Bu anlamıyla derinlik, yalnız satıh veya hat sorunu olmaktan çıkar, felsefeye dair bir uzamı kat etmeye başlar.

Sonuç

Ölümünden kısa bir süre önce, Francis Bacon’ın seksenlerdeki büyük retrospektifinin ardından dostunun tekrara düştüğü konusunda bir ifadesi basına yansır. Bu doğruysa bile başka bir yazının konusu olsa gerek. Ancak sanıyorum ki sanat davasının bu iki militanı, birbirlerinin öğrencisi, hocası, dostu ve sevgilisi olmak konusunda zamana yayılan bir tecrübenin sahibi bu iki insan, hayattan öğrendikleri bir kenara, sanattan öğrendiklerini izleyicilerden esirgemediler.

O da sanıyorum ki “insana dair her şeye aşina olmak”la ilgili.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu