Yazı

Sıkan Prangalar – Tarık Cemre Ağsar

Gözlerini açtığında, ilk ihaneti gözlerinde hissetmişti. Doğrulduğunda -ki bu hiç kolay olmamıştı- vücudunun her zerresi sızlıyor, aldırış etmiyordu. İlkin elleriyle göz göze geldi, tırnak aralarının içinde kurumuş kanı ilkin anlayamamıştı, bir zamanlar ona ait olan ve aciz bedenin içinde onun varlığının sonsuz kudretine güç sağlayan kan artık onun değil, sıradan bir lekeydi. Peki bu kendi kanı mıydı? Öyle olmalıydı zira bu odaya dair hatırladıkları çok bulanıktı, bir türlü düşleyemiyor ya da anımsamak için nereden başlamasını gerektiğini bilmiyordu. Güldü, düştüğü durumu daha öncesi yaşamıştı, üniversitenin son yıllarında tanıştığı güzel bir kadınla sohbet ederken, Joyce okuyup okumadığını sormuş o da “okumadım” cevabını vermişti, aslında okumuştu ama Joyce okumak ya da okuduğunu iddia etmek nasıl bir şey olmalı ki? Hem okuduğunu söylese, okuduğu herhangi bir eserle alakalı herhangi bir soru onun zihnini o an allak bullak edecekti zira Joyce dair bildiği tek bir şey vardı, Joyce’un aktardığı bir olay yoktu sadece durumunu, düştüğü durumun izahını ve düşüncelerini aktarıyordu tıpkı bizim bugün iletişim dediğimiz ve dilin hakimiyetinde biraz da olsa ettiğimiz dansta becerebildiğimiz figürler gibi.

Anımsamalıydı bu odaya nasıl geldiğini, neler olup bittiğini ve bu kanın kime ait olduğunu, aslında kafasının arkasında bir sızı vardı lakin vücudunda ve yataktaki tüm kan onun olamazdı, fazlaydı eğer öyleyse sahip olduğu tüm kanı çoktan akıtmıştı yoksa ölmüş müydü? Zamanın salt göstereni aciz bedeni değildi, düşüncelerinin doğduğunu, büyüdüğünü hatta öldüğünü görmüştü, anlamıştı ölüm aslında vazgeçişti tıpkı verdiğimiz radikal kararlar gibi lakin bu kararların bir sonucu ve o sonucu tecrübe etme şansımız var. Yeni bir durumun yabancısı yapıyor bu bizi, iyi-kötü ya da ahlaki değerlerinizi hangi kıstasa soktuysanız; günün özetini veren ulusal gazeteler gibi, demeçler o başlığın altına yığılıyor. O halde yeni bir durum ve elimizde onu imleyen bir kavram var ise topraktan kale yapıp, kral olduğunu iddia eden çocuklar gibi herkesin üzerine konuşup, tartışacağı bir krallığı vardır. Daha acısı; ötesini bilmediğiniz aynı zamanda size referans verebilecek bir şeyler yok ise bir bilen ötekinin peşinden gitmek hem kendi tercihiniz hem de ötekinin size kattığı düşüncesinin cazibesi. Neden mi? Söylemini bir şeye dayandırmasına gerek yok, en basit dolandırıcının dahi bildiği bir şeye dayansın yeter, sizin inancınıza. Ötesini bilemiyor oluş, evrensel bir inanç sistemi yaratıp, ahlaki yasaları o getirmişçesine hürmet görüp, tapılıyor. Ötekinin, öteyi bildiğini varsayıyor. Her iki durum bir cazibe yaratıyor üstelik sizi başka şeylerden alıkoyup sizin yerinize kararlar verip, yasaya tabii kılıyor ve bunu yaparken günahkâr veya isyankâr olmuyor hatta ölümün ötesinde size huzur vaat ediliyor. Yeter ki yasaya tabii ol, yasanın gözetiminde keyif al ve bu keyfinin daha fazlasına ihtiyaç duyduğunda -ölümüne ertele. Hayır ölmemişti, acıyı hissedebiliyor, hali hazırda değişen bir şeyin olmadığını görüyordu, gördükleri sıradan bir otel odasının eşyalarıydı, evet şimdi anımsıyordu burası Şişhane’de bir otel odasıydı. Peki ne işi vardı, neden buradaydı ayrıca bu kan neyin nesiydi. Çok şeyi yoktu lakin verebileceği hiçten azdı. Sahip olduğu bedenin sahibi değil sadece içinde bulunuyor olduğu için hak iddia eden gecekondular gibi iddiası olabilirdi. Oysa vazgeçmişti. İlkin düşüncelerinden daha sonra düşüncelerini kuluçkaya yatırdığı anı izlerinden ve son olarak duyularından. O zaman yükselebilirdi ve o yükseklikten kendisini bırakırdı.

Hareket etmeliydi bir an evvel toparlanıp, ayaklanmalı ve neler olduğunu anlamalıydı. Ama ikinci ihanet ayaklarından geldi, üstüne basamamış, yere devrilmişti. Sırt üstü uzandı ve zeminin soğukluğunu vücudunda hisseti. Düştüğü durumu ilk kez yaşamıyordu, ayaklarının ihaneti, soğuk zeminlerde aniden daldığı uykular, dudağından sızan kanın tadı ona çok uzak değildi. Büyümemişti ama hep bu yaşlarda da değildi, kasabayı anımsadı, yaşadıklarını. Annesiyle büyümüştü, üvey babası ile yaşamıştı. Babasının kim olduğu meçhuldü, sokaklarda işittiklerine bakılırsa bir piçti, zira üvey babası bunu defalarca doğrulamıştı. Kaçakçıydı, insan kaçırıyordu, bu onu kötü bir insan yapmazdı, en azından kötü bir insan olabilmesi için gerekli nitelikleri taşıyan, kaçakçılık gibi sıradan bir şeyden daha evvel başka şeyler vardı. Annesine, tecavüz etmişti. Bunu sokaklardan değil, dilsiz bir kadından yani annesinden değil bizzat ondan duymuştu. Karşısına dikip o geceyi detaylarıyla anlatıyordu, ona nasıl sahip olduğunu, onun nasıl bağırmak isteyip bağıramadığını sadece çırpınmaktan öteye gidemediğini ve sonunda pes edip, dudağından akan kan ile gözlerini dik dik baktığını ve geri kalan her şeyi. Evlendirilmişlerdi, anımsıyordu. Her şeyi anımsıyordu, geçmiş sürekli suratında patlıyor, öfkesini gözlerinin ardına saklayıp bir şey yokmuşçasına yaşıyor, her sabah ömrünün ilk gününe uyanıyordu, her gece öldürdüğü inancı gibi. Hem neye inanmalıydı? Aile, halk, devlet ya da yaratıcı hem ne fark ederdi ki hiçbirine sahip değil, yaşadıklarından da sorumlu tutmuyor bu aşkın olanın ardından yürüyüp bir kez daha kaybolmak istemiyordu. Bir kez kaybolmuştu annesine inanarak, gözlerinden akan umutlarla doldurmuştu geçen mevsimlerini ve ilkbaharını serpmişti daha ilk gün yediği tokadın sızısıyla kavrulan yanağına. Yapılan bu evlilik ihlali önledi ve herkes Yasa karşısında boyun eğdi. Eğmeliydi. Zaman zamanın öncüsü olmuş, ardında bıraktıkları sadece -yaşamış olmaktan öte değildi. Bir sabah çalan bir kapı, mesajı taşıyan için acı, işiten için hiç acı olmayan bir boşluğa açıldı. Mehtabın yükseldiği bir gece, alçalan bir tekne ve içinde onlarca hayat. O ölmüştü onun ölümüyle artık düşündüğü bir şey vardı; Ölüm. Edindiği bu ilişkiyi sırtlayıp, taşıyacak ve götürdüğü her yere saçılacaktı.

Kasaba artık küçük geliyordu, yalnızlığının tek açık kapısı annesine bakamıyor, ondan kaçıyordu, bu hep böyleydi. Bir suçlu varsa her şeyin başlangıcını her şeyin ilk zuhur ettiği anın tek sorumlusu vardı, annesi. Her şey hızlı oluyordu, hızlı büyüyor, hızlı çöküyor, hızlı yok oluyordu. Bir sabah mutfağın ortasında sallanan iki ayakla göz göze kaldığında hiç acı hissetmedi, göz yaşı dökmedi. Tüm hayatı boyunca içeceği sigarasını ilk kez ağzına götürdü, yaslandığı duvardan ilk kez gözünü kaçırmadan annesine baktı, uzunca bakıp onu neden kaybettiğini düşündü, suçlu muydu? Bir suç varsa bunun tek kurbanı kendisiydi, öyle olmalıydı, daha çocukken içine çekilmiş, içinden gülmüş, içinden ağlamıştı. Yalnızlığının o açık kapısı sonsuza dek kapandı. Kaçırdığı bakışları anımsadı, kaçındığı o iki gözü, yüzleşmekten onu alıkoyan kendisiydi. Kendisi ıskalamıştı güzel olan her şeyi belki yeni bir şey olabilirdi ya da yeniden seçebilirdi inanmayı lakin bu hep bir fark yaratırdı.

Doğrulabildiği yerden, bulduğu bir sandalyeye oturup ceplerini yokladı ve çıkardığı sigarasını yakıp, ciğerlerine uzun bir soluk verdi. Düşünebilirdi, neler olmuştu odada ve bu kanın nasıl aktığını, sırt çantasının nerede olduğunu, bilincinin ne süredir kapalı olduğunu düşünmeliydi. Yalnız mıydı? Yalnız olmalıydı; son anımsadığı, hep yaptığı gibi öğlene doğru uyanmış lakin ev denebilecek harabeden çıktıktan sonrasını anımsayamıyordu. Hava nasıldı, gökyüzü açık mıydı? Sürekli düşünüyor ve vücudunun bitmek bilmeyen sızısının geçmesini sabırla bekliyordu, sigarasını içtikçe annesini anımsıyor, gözlerini, öldükten sonra uzun süre beklediği için gerilen kaslar yüzünden bir türlü kapanmayan göz kapaklarını. Bu ona gülünç gelmişti, nasılsa bir fark yoktu, ölümün ötesini bilemezken, göz kapaklarının nasıl bir anlamı olabilirdi ki? Toprağın küf kokusunu hissetmeyecek, o dar alanın içinde kıvranıp sonsuza dek yalnız kaldığı gerçekliğini düşünmeyip asla kaygılanmayacaktı, o yüzden gözleri açık ya da kapalı kimin umurunda olabilirdi. Ardında kalan bu izin açtığı yarayı es geçmiş hatta yara ne zaman kapanmaya yüz tutsun kazıyarak o anda olabilmeye mahkûm etmişti. Tutsak olmanın zor yanı ayakları sıkan prangalar değil aksine prangasız bir ömrü hayal dahi edemeyişiydi ama yalnız değildi içinde yaşadığı insanların ortak türküsüydü bu, görmüştü, her acıyı okumuş, dinlemiş lakin asla kendisi acısıyla bir kıstasa sokmamıştı çünkü olanaksızdı. Derinleştikçe özünden bir leke dahi sunmayan bu şey, aitliğin dışında kalıyor, inanmasa dahi arkasından sürüklenip geliyordu. Gölgeden farksız olan ama aksine silueti olmayıp, olmadığın olan, olamadıkların ta kendisi. Aşamadığın için olduğunu iddia edenlerin kendileri aşmışçasına; zarar veren ya da kurtulman gereken bir şeymiş gibi anlattıkları lakin eksikliğinin konumlandığı ve ardında kalarak böylelikle hakkında konuşmaktan öteye dahi gidemediğin insanın kendi içinde yarattığı bu görkem ne ölüm ne de yaşam; her ikisinin bu sayede var olabildiği aciz benliğin.

Sigarasını söndürdü, yavaş adımlara yatağa doğru ilerledi ve yatağın bozulmadığını yani olayların kısa bir süre içinde gerçekleştiğini düşündü peki ama başının arkasına aldığı darbe sert bir cisimle mi olmuştu, bilmiyordu. Ama emin olduğu bir şey varsa bu kan sadece onun kanı olamazdı zira yerde henüz ayak basmadığı odanın diğer kenarında koridora sapan köşenin duvarında kan izlerini görebiliyordu, korktu. Yavaşça ilerleyip düşüncelerini ardında bırakmaya çalıştı, gördüklerinin ne olabileceğine dair yüzlerce şey düşünüyordu ama hiçbiri olmamalıydı, olamazdı o üvey babası gibi kötü bir insan olamazdı, söz vermişti yalnız ve yalnız kendine zarar vereceğine. Böylelikle yavaşça tüketecek kendini ve sigortası olan bir mekanizma gibi panelleri indirdiği an kapanıp, veda edecekti her şeye, tümüne. Koridora sapan köşeye geldiğinde ışığı açık odayı fark etti, ilkin seslendi birisi var mıydı orada? Umduğu orada birisinin olmamasıydı zira odanın önünde kandan bir göl vardı. Bir ihanette ellerinden geldi, titriyordu ve durduramıyordu daha sonra vazgeçti ve topuklarına yavaşça basarak ilerledi. Burası bir oda değildi, lavaboydu ve tıpkı annesi gibi gözleri açık bir ölü uzanıyordu, ölmüş olmalıydı, annesi gibi bakıyordu ve annesi ölüydü.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu