Çeviri

Tedaviye Başlamak Üzerine (1913) – Sigmund Freud

Asil[1]  satranç oyununu kitaplardan öğrenmeyi umut eden kim varsa kısa zaman içerisinde yalnızca açılış ve oyun sonlarının dahi ayrıntılı bir sistematik sunumu içerdiğini ve açılışa müteakip sonsuz çeşitlilikteki hamlenin açıklanmasının çok güç olduğunu keşfedecektir. Öğretimdeki bu boşluk yalnızca ustalarca gerçekleştirilen mücadelelere dair gayretkeş bir çalışma ile doldurulabilir. Psikanalitik tedavinin pratiği için öne sürülecek kurallar benzer sınırlılıklara tâbîdir.

Takip eden satırlarda tedaviye başlamak hususundaki kimi kuralları uygulayıcı analistler için bir araya getirmeye gayret edeceğim. Bunlardan bazıları küçük detaylar gibi görülebilir, hakikaten de öyledirler. Gerekçelerini, önemlerini oyunun genel planıyla aralarındaki ilişki vesilesiyle elde edecek basit kurallar olmalarından alırlar. Ancak, bu kurallara “öneriler” demekte ve bunlar için herhangi bir koşulsuz kabulü beklememek ile ihtiyatlı olduğumu düşünüyorum. Psişik gruplaşmaların olağanüstü çeşitliliği dikkate alındığında, tüm zihinsel süreçlerin plastisitesi ve belirleyici etkenlerin zenginliği tekniğin herhangi bir şekilde mekanikleştirilmesine karşıttır; genellikle hatalıyken arada bir arzulanan sonuçlara götüren eylemleri ortaya çıkardıkları gibi bir kural olarak pek çok kez gerekçelendirilen bir eylem biçiminin etkisizliğini de gösterebilirler. Ancak bu durumlar bizim hekim için ortalama derecede etkili olacak bir usulü ortaya koymamıza mâni olmaz.

Birkaç yıl evvel hasta seçimi için en önemli göstergeleri ortaya koymuştum[2] ve bu sebeple onları burada tekrarlamayacağım. Geçen zaman içerisinde bunlar diğer psikanalistler tarafından kabul gördüler. Lâkin, o zamandan bu yana bir hasta hakkında az şey biliyorsam başlangıçta, bir iki haftalığına, onu yalnızca geçici olarak kabul etmeyi alışkanlık edindiğimi ekleyebilirim. Şayet bir kimse bu dönemde ilişiği keserse (breaks off) hastayı tedavi girişiminin başarısız olduğu yönündeki üzücü izlenimden kurtarır. Bir kimse yalnızca vakayı tanımak ve onun psikanalize uygun olup olmadığına karar vermek için bir “iskandil” gerçekleştirir. Bundan başka hiçbir ön inceleme kullanımımıza açık değildir; sıradan muayenedeki en uzun tartışmalar ve sorgulamalar hiçbir ikame sunamaz. Ne var ki bu öncül deneyin kendisi psikanalizin başlangıcıdır ve onun kurallarına riayet etmelidir. Belki de şu ayrım yapılmalıdır: Bu deneyi uygulayan bir kimse neredeyse tüm konuşma işini hastaya bırakır ve konuşmasını sürdürmesi için mutlak surette gerekli olandan başka hiçbir şeyi açıklamaz.

Tedaviye bir ya da iki hafta sürecek böylesi bir deneme süreci ile başlamanın tanı ile ilişkili sebepleri de vardır. Bir kimsenin histerik ya da takıntılı belirtiler gösteren bir nevrozu gördüğünde, sıklıkla, bunun demantia praecox (Bleuler’in terminolojisi ile “şizofreni”, benim önerdiğim şekliyle “parafreni”) olarak bilinen şeyin bir başlangıç evresi olabileceğini ve er ya da geç bu hastalığın belirgin bir görüntüsünü göstereceğini hesaba katması gerekir. Ayrımın daima bu kadar kolay yapılabileceğine katılmıyorum. Ayırt edici tanıları konusunda nadiren tereddüt eden psikiyatristler olduğunun farkındayım fakat kendilerinin sıklıkla hatalar yaptıklarına da ikna oldum. Dahası, bir hata yapmak psikanalist için kendisinin isimlendirildiği şekliyle klinik psikiyatrist için olduğundan çok daha önemlidir. Zira ikincisi, ne türden bir vaka söz konusu olursa olsun, kullanışlı olabilecek bir şeye girişmekte değildir. Yalnızca teorik bir hata yapma riskini taşır ve koyduğu tanı onun için akademik ilgiden fazlası değildir. Psikanalistin durumunda ise o, vaka elverişsiz ise, pratik bir hata yapmıştır; ziyan edilmiş bir harcamanın sorumlusudur ve tedavi yöntemini itibarsızlaştırmıştır. Hastası histeri ya da takıntılı nevrozdan değil de parafreniden mustaripse tedavi sözünü yerine getiremez. Dolayısıyla tanı koymakta hata yapmaktan kaçınmak hususunda bilhassa kuvvetli güdüleri vardır. Birkaç haftalık deneysel tedavide, sıklıkla, bu girişimi daha ileriye taşıyıp taşımayacağını belirleyecek olan şüpheli göstergeleri gözlemleyecektir. Ne yazık ki böylesi bir denemenin belirli bir karara varmamızı sağlayabileceğini öne süremem; bu yalnızca, daha fazlası için akıllıca bir önlemdir.[3]

Analitik tedavinin öncesindeki uzunca ön tartışmaların, başka bir yöntemle gerçekleştirilen önceki tedavinin ve de ayrıca doktor ve hasta arasındaki tedavi öncesi tanışıklığın bir kimsenin hazırlıklı olmasını gerektiren dezavantajlı özgül sonuçları vardır. Hastanın hâlihazırda kurulmuş ve doktorun başlangıcından itibaren büyüklüğünü ve gelişimini gözlemleme imkânı bulabildiği değil de evvela yavaşça açığa çıkarması gereken bir aktarım tutumu içerisinde doktor ile karşılaşmasıyla sonuçlanırlar. Bu şekilde hasta, tedavide, ona isteyerek vermediğimiz geçici bir ön başlangıç elde eder.

Bir kimsenin tedavisinin başlangıcını ertelemek isteyen hiçbir hastaya güvenmemesi gerekir. Tecrübe gösterir ki ertelemenin niyetli olmadığına – bir başka deyişle, niyetlerini ussallaştırışlarına – şüphe olmasa da anlaşılan vakit geldiğinde tedaviye gelmezler.

Analist ve yeni hastası ya da aileleri dost olduklarında ya da mevzubahis kişilerin birbirleriyle sosyal bağları bulunduğunda özgül güçlükler ortaya çıkar. Bir arkadaşının karısının ya da çocuğunun tedavisini gerçekleştirmesi istenen psikanalist, tedavinin sonucu ne olursa olsun bunun kendisi için bir arkadaşlığa mâl olabileceğine hazırlıklı olmalıdır. Yine de şayet güvenilir bir ikame bulamazsa bu fedakârlığı gerçekleştirmelidir.

Hem meslekten olmayan insanlar hem de doktorlar – hâlen psikanalizi telkin yoluyla tedavi ile karıştırmaya teşne kimseler – hastanın yeni tedaviye getirdiği beklentilerine büyük önem atfetmeye eğilimlidir. Sıklıkla, bir hastanın psikanalize fazlasıyla güvenmesi ve onun hakikiliği ve etkililiğine tamamen ikna olması sebebiyle o hastanın çok sıkıntı çıkartmayacağına inanırlar; ne var ki aksi durumda, söz konusu hastanın eleştirel bir bakış açısı olması ve şahsen tecrübe edene kadar hiçbir şeyin başarılı sonuçlarına inanmayacak olması sebebiyle hiç şüphesiz bu hastanın daha zorlu olacağına inanırlar. Ne var ki esasında hastanın tutumunun çok az önemi vardır. Hastanın başlangıçtaki güveni ya da güvensizliği, nevrozuna sebep olan içsel dirençler ile mukayese edildiğinde neredeyse önemsizdir. Hastanın mutlu güven duygusunun onunla en erken ilişkilerimizi hoş kıldığı doğrudur; bunun için ona minnettar oluruz lâkin onu olumlu ön yargılarının analizde ortaya çıkacak ilk güçlükte parçalanacağını söyleyerek uyarırız. Eleştirel olana ise analizin hiçbir inancı gerektirmediği, istediği kadar eleştirel ve şüpheli olabileceğini söyleriz ve onun tutumunu hiç de yargısının sonucu olarak değerlendirmeyiz zira o, bu konularda güvenilir yargı oluşturabilecek durumda değildir; güvensizliği yalnızca diğer belirtileri gibi bir belirtidir ve tedavinin şartını gereğince yerine getirdiği müddetçe ona müdahale edilmeyecektir.

Nevrozun doğasına aşina olan hiç kimse başkalarının analizini pekâlâ gerçekleştirebilen bir kişinin kendisi analitik incelemenin nesnesi olur olmaz herhangi bir ölümlü gibi davranabileceğini ve en yoğun dirençleri üretmeye muktedir olabileceğini duyması ile hayrete düşmeyecektir. Bu olduğunda bir kez daha zihnin derinlikleri bize hatırlatılmış olur ve nevrozun köklerinin analize dair entelektüel bilginin içerisine dahil olamadığı bir psişik tabakada keşfetmek bizi şaşırtmaz.

Analizin başlangıcındaki önemli hususlar zaman ve paraya ilişkin düzenlemelerdir.

Zaman konusunda belirli bir saati ayırmak ilkesine sıkıca bağlı kalırım. Müsait olduğum çalışma günlerimde her bir hastaya belirli bir saat tahsis edilmiştir; bu saat ona aittir ve kullansın ya da kullanmasın bu saatten mesuldür. İyi bir toplumda müzik ya da dil öğretmenlerinin süre meselesinde benimsemiş olduğu bu düzenleme belki bir doktor için çok sıkı hatta onun mesleğine yakışıksız gözükebilir. Hastanın her gün aynı saatte tedaviye gelmesine mâni olabilecek pek çok tesadüfü işaret etme eğilimi söz konusu olacaktır ve uzun analitik tedavi süresi boyunca ortaya çıkabilecek pek çok ilişkili rahatsızlık için bir miktar hoşgörü gösterilmesi beklenecektir. Fakat benim cevabım şudur: Başka hiçbir yol çalışılabilir değildir. Daha gevşek bir düzende, “nadir olan” tedaviye gelmeyişler öyle çok artacaktır ki doktor maddî varoluşunu tehdit edilmiş bulacaktır; oysa, düzenlemeye bağlı kalındığında hiç tesadüfi engelin ortaya çıkmadığı ve ilişkili hastalıkların da nadiren vuku bulduğu ortaya çıkar. Analist nadiren kendisine parası ödenen boş saatinin keyfini sürebileceği ve bundan utanabileceği bir durumda olur ve işine kesintiler olmadan devam eder ve kendisini, kendisini bunun için suçlayamayacağı, iş bilhassa önemli ve zengin bir içeriği vaat ettiğinde ortaya çıkmaya yazgılı olan bir kesintinin üzücü ve şaşırtıcı tecrübesinden kurtarır. Hiçbir şey erkeklerin gündelik yaşamındaki psikojenik etkenin önemini katı bir saat ayırma ilkesi üzerine sürdürülen birkaç yıllık psikanalitik uygulama kadar kuvvetli bir şekilde anlaşılır kılamaz. Nihayetinde hastanın tedaviye katılıma yönelik bir psişik ilgiye sahip oluşu ile dışarıda bırakılamayacak olan şüphe götürmez organik hastalık durumlarında tedaviyi keser, boşa çıkan bir saati başka bir yerde geçirmeye hakkım olduğunu düşünürüm ve hastayı benim de boş bir saatimde, iyileşir iyileşmez yeniden alırım.

Pazar günleri ve resmî tatiller dışında her gün hasta görürüm – kural olarak, haftada altı gün. Daha hafif ya da hâlihazırda fazlasıyla ilerlemiş vakalar için haftada üç gün yeterli gelecektir. Bunun ötesinde herhangi bir zaman kısıtlaması ne doktora ne de hastaya yarayacaktır ve de bir analizin başlangıcında bunlar söz konusu bile edilemez. Eskiden, şakayla karışık, dinlenme ile geçen Pazar gününden sonra çalışmaya geri döneceğimiz zaman “Pazartesi kabuğundan”[4] bahsederdik. Çalışma saatleri daha seyrek olduğunda hastanın yaşamının hızına ayak uyduramama, tedavinin şimdiki zaman ile teması kaybetmesi ve de tali yollara zorlanması riski doğuyordu. Bazen de bir kişi ortalama süre olan günde bir saatten fazlasının ayrılması gereken hastalar ile karşılaşır zira bu hastalar açılana konuşmaya açık hâle gelene dek bir saatin hatırı sayılır bir kısmı geçmiş olur.

Hastanın başlangıçta doktora sorduğu hoş karşılanmayan bir soru şudur: “Tedavi ne kadar sürecek? Beni sıkıntılarımdan kurtarmak için ne kadar zamana ihtiyaç duyacaksınız?” Şayet birisi birkaç haftalık deneme tedavisi önerdiyse deneme süreci sona erdiğinde çok daha güvenilir bir karar verebileceğini söyleyerek bu soruya doğrudan cevap vermekten kaçınabilir. Bizim cevabımız Ezop’un fablında Filozof’un Yolcu’ya verdiği cevaba benzer: Yolcu önlerinde ne kadar sürecek bir yolculuk kaldığını sorduğunda filozof onu yalnızca “Yürü!” diyerek cevaplar ve sonrasında cevabını soruya cevap vermeden evvel Yolcu’nun adımın uzunluğunu bilmesi gerektiğini söyleyerek açıklar.[5] Bu önlem ilk güçlükler için yardımcıdır fakat bu iyi bir mukayese değildir zira nevrotik kolaylıkla temposunu değiştirebilir ve bazen yalnızca oldukça yavaş bir ilerleme gösterebilir. Hakikaten de bir tedavinin olası süresi gibi bir soru neredeyse cevaplanamazdır.

Hastaların iç görü eksikliği ve doktorların samimiyetsizliklerinin ortaklaşa bir sonucu olarak analiz kendisini en sınırsız talepleri en kısa zamanda gerçekleştirmesi beklenir hâlde bulur. Bir örnek olarak geçtiğimiz günlerde Rusya’dan bir hanımefendinin bana göndermiş olduğu bir mektubun kimi ayrıntılarını vermeme müsaade ediniz. 53[6] yaşında bir kadındır, hastalığı 23 yıl evvel başlamıştır ve son on yıldır herhangi bir sürekli işi gerçekleştirmeye muktedir değildir. “Nevroz vakaları için çeşitli kurumlardaki tedavi” onun için “etkin yaşamı” mümkün kılamamıştır. Hakkında okumuşluğu olan psikanaliz tarafından tamamen iyileştirilmeyi ummaktadır lâkin hastalığı şimdiden ailesine oldukça fazla paraya mâl olmuştur ve Viyana’ya altı hafta ya da iki aydan uzun süreliğine gelebilmesi mümkün değildir. Buna eklenen başka bir güçlük başından itibaren kendisini yazarak “açıklamak” isteyişidir zira karmaşaları üzerine herhangi bir tartışma onda bir duygu patlaması yaratabilir ya da onu “geçici olarak konuşamaz hâle getirebilir” imiş. – Hiç kimse bir adamdan ağır bir masayı hafif bir tabureymişçesine iki parmağıyla kaldırmasını ya da tahta bir kulübe yapmak için gereken sürede büyük bir ev inşa etmesini beklemez lâkin mesele – belli ki şimdiye dek insan düşüncesinde münasip bir yer bulamamış olan – nevrozlara ilişkin bir soru olur olmaz zeki insanlar dahi zaman, iş ve başarı arasında zorunlu bir orantının gözetilmesi gerektiğini unutur. Bu, tabiî, nevrozların etiyolojisine hâkim olan derin cehaletin anlaşılabilir bir sonucudur. Bu cehalete istinaden nevroza “uzaklardan bir bakire”[7] gibi bakılır. “Hiç kimse nereden geldiğini bilmez”, dolayısıyla, bir gün ortadan kaybolabileceğini beklerler.

Doktorlar bu nafile umutları desteklerler. Aralarında en bilgili olanları bile sinir hastalıklarının şiddetini doğru düzgün tahmin etmeyi başaramazlar. Başka ilkeler üzerine on yıllar süren bilimsel çalışmaların ardından psikanalize dönüşüne (converted) oldukça itibar ettiğim bir arkadaşım ve meslektaşım, bir keresinde bana şöyle yazdı: “İhtiyaç duyduğumuz şey takıntılı nevrozların kısa, kullanışlı ve hastanın yatışını gerektirmeyen bir tedavisidir.” Ona bunu sunamadım ve utanmış hissettim. Bu sebeple, kendimi iç hastalıkları uzmanlarının da verem ya da kanserin böylesi avantajlara sahip bir tedavisinden muhtemelen memnun olacaklarını belirterek affettirmeye çalıştım.

Daha açık konuşmak gerekirse psikanaliz daima uzun zaman aralıkları, yarım ya da tam bir yıl (hastanın beklediğinden daha uzun bir süre) sürecek bir mesele olmuştur. Dolayısıyla hasta nihayet tedavide karar kıldığında bunu hastaya söylemek bizim görevimizdir. Hastanın dikkatini analitik tedavinin içerdiği güçlükler ve fedakârlıklara çekmenin ve bu yol ile onu daha sonraları kapsamını ve içeriklerini anlamadığı bir tedavi ile kandırıldığını söyleme hakkından mahrum etmenin tümüyle daha onurlu ve ayrıca daha uygun olduğunu düşünüyorum. Bu bilgi ile tedaviden cayan bir hasta, tedavi devam etseydi de her koşulda tedaviye uygunsuz olduğunu gösterecekti. Tedavinin başlangıcından önce böyle bir seçim gerçekleştirmek iyi bir şeydir. Hastalardaki kavrayışın ilerleyişi ile bu ilk testi başarıyla geçenlerin sayısı artar.  

Ben hastaları tedaviye belirli bir süre devam etmeye mecbur bırakmıyor, her birinin ne zaman isterseler tedaviyi bırakmalarına müsaade ediyorum. Fakat şayet yalnızca az miktarda çalışma gerçekleştirildikten sonra duracak olursa tedavinin başarılı olamayacağını ve de tıpkı tamamlanmamış bir operasyonda olduğu gibi kendisini tatmin olmamış bir hâlde bırakacağını hastamdan gizlemiyorum. Psikanalitik uygulamanın erken yıllarında en büyük güçlüğü hastalarıma tedaviye devam etmek hususunda hâkim olmakta yaşıyordum. Uzun zaman evvel bu güçlük değişti ve artık onları analizi bırakmaya teşvik etmenin büyük sancısını çekiyorum. Analitik tedaviyi kısaltmak makul bir istektir ve öğreneceğimiz üzere bu isteğin yerine getirilişi çeşitli şekillerde denenmektedir. Ne yazık ki bu istek oldukça önemli etkene, yani, zihindeki gerçekleşen derin değişikliklerin yavaşlığına – hiç şüphesiz, nihayetinde, bilinçdışı süreçlerimizin “zamansızlığına” – karşıttır.[8] Hastalar analiz için gereken zaman masrafının güçlüğü ile karşılaştıklarında, nadir olmayan bir biçimde, bir çıkış yolu öne sürmeyi başarırlar. Rahatsızlıklarını ayrıştırır, bazılarını katlanılamaz ve bazılarını ise ikincil olarak tanımladıktan sonra şöyle söylerler: “Yalnızca bunu (örneğin bir baş ağrısını ya da belirli bir korkuyu) dindirebilirseniz gündelik yaşantım içerisinde ben diğeriyle başa çıkabilirim.” Ne var ki böyle yapmakla analizin seçici kuvvetini abartmış olurlar. Elbette analist pek çok şeyi yapmaya muktedirdir fakat ortaya çıkaracağı sonuçları peşinen belirleyemez. Mevcut bastırmaların çözülmesi sürecini başlatır. Bu süreci denetleyebilir, dahası, bu yoldaki engelleri ortadan kaldırabilir ve hiç şüphesiz pek çoğunu geçersiz kılabilir. Fakat geneli itibariyle analiz başladığı vakit kendi yoluna girer ve ne seçtiği yolun ne de ele aldığı hususların kendisine buyurulmasına müsaade eder. Dolayısıyla, analistin hastalığın belirtileri üzerindeki gücü belki de eril cinsel iktidar ile mukayese edilebilir. Hakikaten de bir adam bir çocuğun babası olabilir ama en kuvvetli adam bile dişi organizma içerisinde bir baş, bir kol ya da bir bacağı var edemez; çocuğun cinsiyetini bile belirleyemez. O da yalnızca uzak geçmişteki olaylar ile belirlenen ve çocuğun annesinden ayrılmasıyla sona eren oldukça karmaşık bir süreci başlatabilir. Nevroz da bir organizma özelliğine sahiptir. Tamamlayıcı tezahürleri birbirlerinden bağımsız değildir; her biri bir diğerinin koşuludur ve diğerine karşılıklı desteğini sunar. Bir kişi hiçbir zaman tek bir bireyde tesadüfen bir araya gelmiş birden fazla nevrozdan değil, yalnızca bir nevrozdan mustariptir. İsteği doğrultusunda katlanılamaz belirtisinden kurtulan bir hasta önceden göz ardı edilebilecek başka bir belirtinin şimdi şiddetlendiğini ve şimdi onun katlanılamaz hâle geldiğini görür. Tedavinin başarısının olabildiğince az bir kısmını telkine (yani aktarıma) bağlı öğelerine borçlu olmasını isteyen analist, kendisi önünde açık olabilecek olan terapinin sonuçları üzerindeki seçici etkinin ufacık bir miktarını bile kullanmaktan kaçınmak ile iyi edecektir. Onun tarafından en hoş karşılanan hastalar kendilerini mümkün olduğunca tümden iyileştirmesini bekleyen ve iyileşme süreci için gerekli zamanı kendisine sunan hastalardır. Tabiî böylesine elverişli koşullar yalnızca birkaç vakada aranabilir. 

Tedavinin başında karar kılınması gereken sıradaki husus para, yani doktorun ücretidir. Bir analist paranın evvela kendini korumak ve güç elde etmek için bir araç olduğuna itiraz etmez; lâkin bunun yanında o, paraya atfedilen değere kuvvetli cinsel etkenlerin ilişik olduğunu iddia eder. Para meselelerinin modern insanlar tarafından cinsel meseleler ile aynı şekilde – aynı tutarsızlık, ihtiyatlılık ve iki yüzlülük ile – idare edildiğini işaret edebilir. Bu sebeple analist en başından itibaren bu tavra yakalanmamaya ve hastalarıyla ilgilenirken para meselelerine hastalarını cinsel yaşam ile ilişkili meselelerde eğitirken olacağı şekilde aynı tabiî samimiyet ile muamele etmeye kararlı olmalıdır. Zamanı için belirlediği değeri hastalarına gönüllü olarak söyleyerek analist kendisinin bu meselelerdeki sahte utancı reddettiğini gösterir. Dahası, büyük miktarlarda paranın birikmesine müsaade etmemesi ve oldukça kısa ve düzenli aralıklarla ödeme talep etmesi – aylık, örneğin – hususunda uyarır. (Oldukça düşük bir ücret talep edilirse tedavinin değerinin hastanın gözünde artmadan kaldığı bilinen bir gerçektir.) Elbette bu bizim Avrupa toplumumuzda sinir uzmanlarının ya da diğer hekimlerin olağan uygulaması değildir. Fakat psikanalist kendisini kullanımına hazır olan tedavi yöntemleri nedeniyle dürüst ve pahalı olan cerrahın yerine koyabilir. Hâlen hekimler arasında uygulanıyor olduğu üzere bir çıkarı olmayan bir hayırseverin rolünü – bir kişinin, hastaları tarafından açığa vurulan dikkat eksikliği ve istismar arzusunda gizlice mağdur edilmesi ya da yüksek sesle yakınması yoluyla dolduramayacağı bir pozisyon – oynamaktansa bir kimsenin gerçek iddialarını ve ihtiyaçlarını kabul etmek bana daha saygı değer ve etik açıdan daha az sorgulanabilir geliyor. Analist ücretini sabitlerken ne kadar çok çalışırsa çalışsın diğer tıp uzmanları kadar çok kazanamayacağı gerçeğini de hesaba katmalıdır.

Aynı sebeple ücretsiz tedavi vermekten kaçınmalı ve bu bağlamda meslektaşlarına ya da onların ailelerine hiçbir ayrıcalıkta bulunmamalıdır. Bu son öneri meslekî rahatlıkları gücendirecek gibidir. Ne var ki karşılıksız tedavinin psikanaliste diğer tıp adamlarından daha fazla şey ifade ettiği hatırda tutulmalıdır; bu, yaşamını kazandığı çalışmaya uygun vaktin hatırı sayılır bir kısmının – belki de sekizde ya da yedide birinin – aylar boyunca feda edilmesi anlamına gelir. Aynı anda sürdürülen ikinci bir ücretsiz tedavi onu gelirinin dörtte ya da üçte birinden mahrum eder ve bu şiddetli bir kazanın zararı ile mukayese edilebilir.          

Hastanın elde ettiği avantajın hekimin fedakârlığının bir manada karşılığı olup olmadığı sorusu ortaya çıkar. Bu konuda bir yargı geliştirmeye teşebbüs edebilirim zira aşağı yukarı on yıl boyunca her gün bazen bir bazen ise iki saati karşılıksız tedavilere ayırdım çünkü nevrozlar hususunda yolumu yordamımı bulabilmek için olabildiğince az dirençle karşılaşmayı istedim. Bu yol ile aradığım avantajlar elde edilmiyordu. Ücretsiz tedaviler nevrotiklerin kimi dirençlerini olabildiğince arttırır – örneğin genç kadınlarda artan şey aktarım-ilişkisine içkin olan ayartılma iken genç erkeklerde baba-karmaşalarından kaynaklanan bir karşıtlık olan ve tıbbî desteğin kabulünün en külfetli engellerinden birisi olan minnet duyma zorunluluğunu reddetmektir. Bir ücretin doktora ödenişinin düzenleyici etkisinin yokluğu acı verici bir şekilde hissedilir; tüm ilişki gerçek dünyanın dışarısında kalır ve hasta tedaviyi sona erdirmeye çabalamak yönündeki güçlü bir güdüden mahrum kalır.

Bir kişi parayı lanet olarak gören münzevi görüşten olabildiğince uzak olsa da analitik terapinin fakir insanlar için hem dışsal hem de içsel sebepler ile neredeyse erişilemez oluşuna üzülebilir. Çok az şey buna çare olabilir. Belki de ağır işten müteşekkil bir yaşamın zorunluluğu ile dövülenlerin nevrozlar tarafından mağlup edilmesinin daha güç olduğuna yönelik yaygın görüşte hakikat payı vardır. Fakat diğer bir yandan tecrübe gösterir ki fakir bir adam bir nevroz geliştirdiğinde bunun kendisinden alınmasına güçlükle müsaade eder. Nevrozu onun varoluş mücadelesine çok iyi bir şekilde hizmet eder; ona sunduğu hastalıktan ikincil kazanç[9] çok önemlidir. Şimdi, nevrozundan gelen hak ile dünyanın onun maddî sıkıntısına karşılık reddettiği merhameti talep edebilir ve kendisini yoksulluğuyla çalışarak mücadele etme yükümlülüğünden azat edebilir. Dolayısıyla psikoterapi yoluyla fakir bir kimsenin nevrozu ile uğraşmayı deneyecek bir kişi sıklıkla bu hususta gerekenin çok daha farklı türden bir pratik terapi olduğunu – bizim yerel geleneğimize göre İmparator II. Joseph tarafından dağıtılan bir tür[10] – keşfeder. Doğal olarak, bir kişi bazen kendisinin hiçbir kusurundan kaynaklanmayan sebepler neticesinde çaresiz olan ve ücretsiz tedavinin az önce bahsetmiş olduğum engellerinden hiçbirisini karşılamayan ve harikulâde sonuçların elde edildiği kıymetli kişiler ile karşılaşır.

Orta sınıflar dikkate alındığında psikanalizin maliyeti ancak görünüşte aşırıdır. Bir yandan sağaltım ve verimlilik diğer yandan ise makul bir malî harcama arasında hiçbir mukayesenin mümkün olmadığı gerçeği bir kenara, bakımevlerinin ve tıbbî tedavinin aralıksız masraflarını toplar ve bunları başarılı bir şekilde tamamlanan analizden kaynaklanan verimliliğin artışı ve gelir hacmi ile karşılaştırırsak hastaların iyi pazarlık yaptığını söyleme hakkına sahip oluruz. Hayatta hiçbir şey hastalık – ve aptallık – kadar pahalı değildir.

Analitik tedaviye başlamak hususundaki sözlerimi tamamlamadan evvel tedavinin gerçekleştirildiği pozisyonu ilgilendiren belirli bir tören hakkında bir şey söylemeliyim. Ben onun görüş alanının dışarısında bir yerde otururken hastamın divana uzanması planına sadık kalırım. Bu düzenin tarihsel bir temeli vardır; psikanalizin kendisinden evrildiği hipnotik yöntemin bir kalıntısıdır. Lâkin pek çok sebep ile sürdürülmeyi hak eder. İlki başkalarının da benimle paylaştığı şahsî bir güdüdür. Başka insanların günde sekiz saat (ya da fazlası) boyunca bana bakmasına tahammül edemem. Hastayı dinlerken ben de kendimi bilinçdışı düşüncelerimin akışına bıraktığımdan benim yüz ifadelerimin hastaya yorumlayabileceği bir öğe sunmasını ya da onun bana ne anlatacağına etki etmesini istemem. Hasta bilhassa şayet bakma dürtüsü (skopofili) onun nevrozunda önemli bir rol oynuyorsa bu pozisyonu güçlükle benimser ve ona isyan eder. Ancak amacı ve aktarımın fark edilmeden hastanın çağrışımlarına karışmasını önlemesi sebebiyle aktarımı izole etmek ve uygun bir vakitte kesin bir şekilde direnç olarak tanımlanacağı şekilde ortaya çıkmasına müsaade etmek için bu usulde ısrar ediyorum. Pek çok analistin başka bir yol ile çalıştığını biliyorum ancak bu ayrılığın meseleleri farklı şekilde halletmek arzusundan mı yoksa böyle yapmak ile elde ettiklerini düşündükleri bir avantajdan mı kaynaklandığını bilmiyorum.

Tedavinin koşulları bu şekilde düzenlenedurur, soru ise şudur: Ne zaman ve hangi öğe ile tedavi başlar?

Birisinin tedaviye başlayacağı öğenin ne olduğu – hastanın yaşam öyküsü, hastalığının geçmişi ya da çocukluk anıları olup olmadığı – hiç önemli değildir. Ancak, her durumda konuşma ve başlangıç noktası hastaya bırakılmalıdır. Böylelikle ona şunu söyleriz: “Sana herhangi bir şey söylemeden önce senin hakkında çokça şeyi bilmem gerekir. Lütfen bana kendin hakkında bildiklerini anlat.”

Bu bağlamdaki yegâne istisna psikanalitik tekniğin hastanın riayet etmesini gerektiren temel kuralıdır. Bu ona en başından bildirilmelidir: “Başlamadan önce bir şey daha var. Bana anlatacakların sıradan bir sohbette anlatacaklarından farklı olmalıdır. Genellikle, haklı olarak, esas noktadan uzaklaşmamak adına sözlerin arasındaki bağlantıyı muhafaza etmeye ve aklına gelerek araya giren fikirleri ve tali meseleleri dışarıda bırakmaya çalışırsın. Lâkin içinde bulunduğumuz durumda farklı bir şekilde devam etmen gerekir. Belirli eleştiriler ve itirazlara istinaden bir kenara bırakmayı tercih edeceğin aklına gelen çeşitli düşünceleri bir şeylerle ilişkilendirdiğini fark edeceksin. Bunun ya da şunun bu noktada ilgisiz ya da oldukça önemsiz ya da mantıksız olduğu gerekçesiyle onlardan bahsetmeye gerek olmadığını söylemeye eğilimli olacaksın. Hiçbir zaman bu eleştirilere teslim olmamalı bunlara rağmen söyleyeceğini söylemelisin – bilhassa söylemeyi istemediğin için söylemelisin. Sonraları, takip etmen gereken bu yegâne ihtarın sebebini keşfedecek ve onu anlamayı öğreneceksin. Dolayısıyla, aklından ne geçerse söyle. Örneğin, bir tren vagonunun cam kenarında oturan bir gezgin olduğunu ve vagonun içerisindeki bir kimseye dışarıda gördüğün değişen görüntüleri tarif ettiğini düşün. Son olarak, mutlak surette dürüst olacağına söz verdiğini unutma ve şu ya da bu sebeple bahsetmesi nahoş olduğu için hiçbir şeyi dışarıda bırakma.”[11]

Hastalığının başlangıcını belirli bir ana atfeden hastalar sıklıkla hastalığın tetikleyici sebebine odaklanırlar. Nevrozları ve çocuklukları arasındaki ilişkiyi kabul eden diğerleri genelde tüm yaşam öykülerinin bir anlatısı ile başlarlar. Sistematik bir anlatı hiçbir zaman beklenmemelidir ve bunu teşvik etmek için hiçbir şey yapılmamalıdır. Hikâyenin her bir ayrıntısı sonraları yeniden anlatılacaktır ve ancak bu tekrarlar ile hasta tarafından bilinmeyen önemli bağlantıları destekleyecek olan fazladan malzeme ortaya çıkabilir.

İlk saatlerden itibaren, görünüşte tedaviye ayrılan süreyi daha iyi kullanabilmek maksadıyla ne anlatacaklarına dikkatlice hazırlanan hastalar vardır. Şevk kılığına giren şey dirençtir. Bu türden hiçbir hazırlık tavsiye edilmemelidir zira yalnızca hoş karşılanmayacak olan düşüncelerin baş göstermesini önlemek maksadıyla kullanılırlar.[12] Hasta harikulade niyetlerine hakikaten inansa da direnç bu kastî hazırlık yönteminde kendi rolünü oynayacak ve en değerli öğelerin konuşmadan kaçışı ile ilgilenecektir. Bir kimse yakın zaman içerisinde hastanın gerekli olanı tedaviden alıkoymak için yeni yollar tasarladığını görecektir. Her gün tedaviyi yakın bir arkadaşıyla konuşabilir ve doktorun karşısında ortaya çıkması gereken tüm düşünceleri tartışmaya açabilir. Böylelikle tedavide bilhassa gerekli olanın dışarıya sızdığı bir delik oluşur. Bu olduğunda, çok da ertelemeden, hastaya tedaviye kendisi ile doktor arasındaki bir mesele gibi muamele etmesi ve onun bilgisinin ne kadar yakın ya da meraklı olursa olsun başka bir kişi ile paylaşılmaktan geri durulması tavsiye edilmelidir. Tedavinin ilerleyen safhalarında hasta genelde böylesi ayartılmalara kapılmaz.

Bazı hastalar tedavilerinin gizli tutulmasını ister, büyük çoğunlukla bu nevrozlarını da gizli tutmalarından kaynaklanır ve ben onların yoluna hiçbir engel koymuyorum. Sonuç olarak, dünyanın en başarılı tedavilerden bazılarına dair hiçbir şey duymaması, elbette, hesaba katılamayacak bir düşüncedir. Hastanın gizlilik lehine tercihinin şimdiden gizli geçmişine yönelik bir şeyi açık ettiği aşikârdır.

Tedavinin başlangıcında hastaya olabildiğince az kişiye tedaviden bahsetmesini tavsiye ederek onu bir dereceye kadar kendisinin aklını analizi bırakmak doğrultusunda aklını çelebilecek pek çok muhalif etkiden de korumuş oluruz. Böylesi etkiler tedavinin başlangıcında oldukça tehlikeli olabilir; sonraları genellikle önemsiz yahut kendisini gizlemeye gayret eden dirençleri açığa çıkarmak hususunda kullanışlı bile olabilirler.

Şayet analiz süresince bir hasta geçici olarak tıbbî ya da uzmanlık gerektiren bir tedaviye gereksinim duyarsa bu tedaviyi kişinin kendisinin vermesindense analitik-olmayan bir meslektaşa ulaşmak çok daha akıllıcadır.[13] Güçlü bir organik temeli bulunan nevrotik hastalıklar için karma tedaviler neredeyse hiçbir zaman uygulanabilir değildir. Hasta, kendisine iyileşmeyi vaat eden birden fazla yol gösterildiği anda ilgisini analizden çeker. En iyi plan, psişik tedavi bitene dek organik tedaviyi ertelemektir; şayet ilki daha evvel denenecek olursa pek çok vakada başarı ile sonuçlanamayacaktır.

Analizin başlangıcına geri dönelim. Bazen, tüm yaşam öyküleri ve hastalıklarının geçmişi seçimlerine amade olsa da tedavinin başlangıcında söyleyecek hiçbir şey düşünemediklerini söyleyen hastalarla karşılaşılır.[14] Ne anlatacaklarını bizim söylememiz yönündeki talepleri sonraları başka durumlarda da olacağı gibi bu durumda da yerine getirilmemelidir. Burada neyin dahil olduğunu aklımızda tutmalıyız. Nevrozu savunmak için güçlü bir direnç öne çıkar; meydan okumayı üstlenmeli ve onunla mücadele etmeliyiz. Hastayı başlangıçta aklına hiçbir düşüncenin gelememesinin imkânsız oluşuna yönelik enerjik ve tekrarlayan ve dirençte meselenin ne olduğuna yönelik teminler kısa zaman içerisinde onu beklenen itiraflarda bulunmaya ya da karmaşalarının ilk parçasını ortaya çıkarmaya zorlar. Şayet analizin temel kuralını dinlerken yine de şunu ya da bunu kendisine saklayabileceği yönündeki zihinsel bir şartı kendisine koştuğunu itiraf edecek olursa bu kötüye işarettir; bize tüm anlattığı analize nasıl güvensiz olduğu ya da onun hakkında duyduğu korkutucu şeyler olursa bu pek de ciddi değildir. Bunları ya da benzeri ihtimâlleri karşısına konulduklarında reddetse de buna rağmen bizim zihnini meşgul eden kimi düşünceleri gözden kaçırdığına yönelik ısrarlarımız ile harekete geçebilir. Hakkında belirli bir şey olmadan tedavinin kendisi hakkında düşünmüş, içerisinde bulunduğu odanın görüntüsü ile meşgul olmuş, danışma odasındaki nesneleri ya da divanda uzanmış oluşunu düşünmekten kendisini alamamış olabilir – tüm bunları “hiçbir şey” sözcüğüyle değiştirmiştir. Bu işaretler yeterince anlaşılabilirdir: Mevcut durum ile bağlantılı olan her şey ilk direnç olarak hizmete uygun olduğunu ortaya koyan doktora aktarımı temsil eder.[15] Böylelikle aktarımı ortaya çıkarmak ile başlamak zorunda kalırız; onunla başlayacak bir yol hastanın patojenik malzemesine hızlı bir erişim sunacaktır. Bu sebep ile geçmişteki yaşantıları sebebiyle cinsel agresyona maruz kalmaya hazırlıklı kadınlar ve son derece şiddetli bastırılmış eşcinselliğe sahip erkekler analizin başlangıcında akıllarına gelen fikirleri alıkoymaya en eğilimli olanlardır.

İlk direnci gibi hastanın ilk belirtileri ve tesadüfî eylemleri özgül bir ilgiye mazhar ve nevrozunu idare eden bir karmaşaya ihanet ediyor olabilir. Keskin estetik hassasiyetleri olan zeki bir genç filozof ilk saatinde, uzanmadan evvel, aceleyle pantolonundaki kırışıklıkları düzeltecektir; kendisini, sonraları bir estetten beklenecek olduğu üzere en zarifinden bir koprofili olarak açık eder. Benzeri bir durumda genç bir kız eteğinin kenarlarını açıkta kalan bilekleri üzerine çeker; böyle yapmak ile analizinin daha sonraları ortaya çıkaracağı şeyin ana fikrini verir: Fiziksel güzelliğinin narsistik gururu ve teşhirciliğe eğilim.

Oldukça fazla sayıda hasta doktor görüş alanlarının dışarısında otururken uzanması isteğine itiraz eder. Büyük ölçüde doktoru görmekten mahrum kalmamak adına, tedaviye başka bir pozisyonda girmelerine müsaade edilmesini isterler. Bu izin talebi düzenli olarak reddedilir lâkin bir kimse esas “seans” başlamadan evvel ya da bittiği belirtildikten ve divandan kalkmalarından sonra birkaç cümle söylemeyi planlamalarını önleyemez. Bu yol ile kendi bakış açılarından tedaviyi genellikle ketlenmiş bir hâlde davrandıkları resmî kısım ve serbestçe konuştukları ve tedavinin parçası olarak değerlendirmedikleri her türden şeyi söyledikleri gayri resmî “dostane” kısım olarak bölerler. Doktor bu bölünmeyi uzun bir süre kabul etmez. Seansın öncesinde ya da sonrasında neler söylendiğini not alır ve ilk fırsatta bunları öne sürer ve böylelikle hastanın inşa etmeye çalıştığı ayrımı yıkar. Bir kez daha, bu ayrım, aktarım direnci malzemesi ile kurulmuş olacaktır.

Hastanın naklettikleri ve fikirleri hiçbir engel olmadan devam ettiği müddetçe aktarım teması dokunulmadan bırakılmalıdır. Tüm işlemlerin en hassası olan aktarım dirence dönüşene dek beklemelidir.

Karşılaştığımız sıradaki soru bir ilke meselesini ortaya çıkarır. Şöyledir: Hasta ile ne zaman iletişime geçmeye başlayacağız? Aklına gelen fikirlerin gizli anlamlarını ona açık edeceğimiz ve ona analizin koyutlamalarını ve teknik usullerini öğreteceğimiz an ne zamandır?

Cevap yalnızca şu olabilir: Hasta ile kurulacak etkili bir aktarım, uygun bir ilişkiden (rapport)[16] önce değil. Onu aktarıma ve doktorun şahsiyetine bağlamak tedavinin ilk amacı olarak kalır. Bunu sağlamak için ona zaman vermekten başka bir şeye gerek yoktur. Şayet bir kimse hastaya ciddi bir ilgi gösterir, başlangıçta ortaya çıkan dirençleri uzaklaştırır ve belirli hatalardan kaçınırsa hasta bir bağ geliştirecek ve doktoru tanışık olduğu, sevgiyle yaklaştığı insanlardan birisinin imagosuna bağlayacaktır. Şayet bir kimse başlangıçtan itibaren, ahlakçılık gibi, sempatik bir anlayıştan başka bir bakış açısını benimser ya da belirli bir tarafın temsilcisi yahut avukatı gibi – evli bir çiftte eşten yana olmak gibi – davranacak olursa bu ilk başarıyı kaybeder.[17]

Elbette bu cevap biz tahmin ettiğimiz anda hastaya belirtilerinin bir çevirisini vermemize yol açacak ya da bizi ilk görüşmede bu “çözümleri” hastanın suratına fırlatışımızı mühim bir zafer olarak değerlendirmeye itecek her türden davranışın bir kınamasını içerir. Marifetli bir analist için hastanın gizli isteklerini şikâyetlerinin satır aralarında ya da hastalık öyküsünde açıkça okumak çok güç değildir; fakat en kısa bir tanışıklıkta, analizin tüm ilkeleri hususunda hiçbir bilgisi olmayan bir yabancıyı annesine ensest bağları, âşık olduğu karısının ölümü için duyduğu istek, üstlerinden birisine ihanet etme niyetini gizleyişi ve daha nicesi hususunda bilgilendirebilen bir kişi ne kadar kendini beğenmiş ve düşüncesiz olabilir![18] Bu türden hızlı teşhisler “hızlı” tedaviler ile böbürlenen analistler olduğunu duydum lâkin herkesi böylesi örnekler karşısında uyarmalıyım. Bu türden bir davranış hastanın gözlerinde kendisini ve tedaviyi tamamen itibarsızlaştıracak ve tahmini doğru olsun ya da olmasın hastada şiddetlisinden bir muhalefeti uyandıracaktır; hakikaten de tahmin ne kadar doğru ise direnç o kadar şiddetli olacaktır. Bir kural olarak terapötik etki bir hiç, hastanın analizden cayışı ise nihaî olacaktır. Analizin sonraki safhalarında bile bir kimse hastaya belirtisinin bir çözümünü yahut bunu kendisine açıklayabilmek için yalnızca kısa bir adım daha atması gerekecek kadar yakın olduğu isteğinin çevirisini sunarken dikkatli olmalıdır. İlk yıllarda sıkça, bir çözümün olması gerekenden erken bir naklinin yalnızca böylelikle aniden uyanan dirençler sebebiyle değil aynı zamanda çözümün beraberinde getirdiği rahatlama ile de tedaviyi zamansız bir sona ulaştırdığını gördüm.

Lâkin bu noktada bir itiraz öne sürülecektir. Öyle ise bizim görevimiz tedaviyi uzatmak ve onu mümkün olduğunca kısa bir sürede sona erdirmemek midir? Hastanın rahatsızlıkları onun bilgi ve kavrayış eksikliğinden kaynaklanmaz mı? Ve de görev onu mümkün olan en kısa sürede – yani doktorun kendisi açıklamaları öğrenir öğrenmez – bilgilendirmek değil midir? Bu sorunun cevabı analizde bilginin ve tedavi mekanizmasının anlamı için kısaca konudan sapmayı gerektirir.

Analitik tekniğin ilk yıllarında meseleye ilişkin entelektüel bir görüşü benimsediğimiz doğrudur. Hastanın unuttuğu şeye dair bilgisine yüksek dereceden bir değer biçtik ve böyle yapmak ile bizim bilgimiz ile hastanınki arasında neredeyse hiç ayrıma gitmedik. Şayet unutulmuş çocukluk travması hakkında, kimi vakalarda mümkün olduğu üzere, diğer kaynaklardan – örneğin ebeveynler, bakıcılar ya da baştan çıkaranın kendisi – bilgi edinebilirsek bunun özel bir şans olduğunu düşündük; ve bu bilgiyi ve onun doğruluğunun kanıtlarını nevrozu ve tedaviyi hızlı bir sona ulaştırmak beklentisi ile hastaya nakletmekte aceleci davrandık. Beklenen başarının elde edilemeyişi şiddetli bir hayal kırıklığıydı. Nasıl olur da artık travmatik tecrübesini bilen bir hasta yine de onun hakkında öncekinden daha çok şey bilmiyormuş gibi davranabilir? Hakikaten de bastırılmış travmasını ona anlatmak ve tarif etmek aklına ona dair bir anının gelmesiyle bile sonuçlanmamıştır.

Bir vakada, histerik bir kızın annesi, kızın ataklarının fiksasyonuna büyük ölçüde katkıda bulunan eşcinsel deneyimi bana açıklamıştı. Annenin kendisi bu sahneye şaşırmıştı lâkin hasta ergenliğe yakın bir dönemde vuku bulmuş olmasına rağmen bunu tamamen unutmuştu. Şimdi, daha öğretici bir gözlem yapabilmeye muktedirdim. Ne zaman kıza annesinin hikâyesini anlatacak olsam histerik bir atak ile tepki veriyor ve bunun ardından hikâyeyi bir kez daha unutuyordu. Hiç şüphesiz hasta, kendisine dayatılan bu bilgi karşısında şiddetli bir direnç sergilemektedir. Nihayetinde kendisini ona söylediğim şeyden korumak için bir zekâ kıtlığı ve mutlak hafıza kaybını taklit etti. Bunun ardından, bilme olgusunun kendisine atfedilen önemden vazgeçmek ve onu daha öncesinde bilmeme hâlini ortaya çıkaran ve hâlihazırda bu hâli savunmaya hazır olan dirençlere atfetmekten başka bir seçenek yoktu. Bilinçli bilgi, daha sonra tekrar dışarı atılmasa bile, bu dirençler karşısında güçsüzdü.[19]

Hastaların bilinçli bilme ile bilmemeyi bir araya getirebilen tuhaf davranış, normal psikoloji denen şey için açıklanamaz hâlde kalmıştır. Lâkin bilinçdışının varlığını tanıyan psikanaliz için bu durum hiçbir güçlük teşkil etmez. Dahası, tasvir ettiğimiz fenomen zihinsel süreçlere topografik ayrım açısından yaklaşan bakış için en alasından bir destek sunar. Hastalar şimdi bastırılan tecrübeyi bilinçli düşünceleri içerisinde bilmektedir fakat bu düşünce bastırılan anının şu ya da bu şekilde içerildiği yer ile her türlü bağlantıdan yoksundur. Bilinçli düşünce süreçleri bu yere duhul edene ve burada bastırma direncinin üstesinden gelene dek hiçbir değişiklik mümkün değildir. Sanki, Adalet Bakanlığı tarafından çocuk suçlarının belirli bir türden hoşgörülü bir tutum içerisinde ele alınmasına ilişkin bir kararname yayınlanmış gibidir. Bu kararname bölgesel sulh hâkimlerine ulaşmadıkça yahut bu kişiler kararnameye riayet etmeyi reddederek adaleti kendi ışıklarına istinaden idare etmeyi tercih ettiği müddetçe genç suçlulara muamelede hiçbir değişiklik vuku bulamaz. Bununla birlikte, tümden doğru olmak adına, bastırılmış öğenin hastanın bilincine iletilmesinin yine de etkisiz olmadığı da eklenmelidir. Belirtileri sonlandırma ümidini karşılayacak sonuçları üretmese de başka sonuçları vardır. Evvelâ dirençleri ortaya çıkarır lâkin sonrasında, bu dirençlerin üstesinden gelindiğinde, bilinçdışı anı üzerinde beklenen etkinin gerçekleşeceği düşünce süreçlerini hazırlar.[20]

Şimdi, tedavi tarafından harekete geçirilen kuvvetlerin oyununa genel bir bakış atmamızın vakti geldi. Terapinin birincil güdü kuvveti hastanın ıstırabı ve bundan doğan iyileşme isteğidir. Bu güdü kuvvet – analiz ilerleyene dek keşfedilemeyecek olan – çeşitli etkenlerden, her şeyden evvel, “hastalıktan ikincil kazanç”[21] dediğimiz şeyden damıtılır lâkin tedavinin sonuna kadar sürdürülmelidir. Her gelişme onu bir nebze azaltır. Tek başına bu kuvvet hastalıktan kurtulmak için yeterli değildir. Onda bunun için iki şey eksiktir: Bu sona ulaşmak için takip etmesi gereken yolları bilmemektedir ve dirençlere karşı koyması için gereken enerji kotasına sahip değildir. Analitik tedavi bu eksikliklerin her ikisinin de giderilmesine yardımcı olur. Hâlihazırda aktarıma yatırılmış olan enerjiyi dolaşıma sokarak dirençlerin üstesinden gelmek için gereken enerjiyi sağlar ve hastaya bilgiyi doğru zamanda vererek bu enerjileri hangi yollara yönlendirmesi gerektiğini gösterir. Sıklıkla aktarım hastalığın belirtilerini kendi başına ortadan kaldırmaya muktedirdir, lâkin yalnızca belirli bir müddet – kendisi devam ettikçe. Bu durumda tedavi telkin ile tedavidir ve hiç de psikanaliz değildir. Psikanaliz ismini ancak aktarım dirençlerin üstesinden gelmek için kullanıldığı takdirde elde eder. Ancak bu durumda, aktarım yazgılı olduğu sona ulaşıp bir kez daha dağıldığında bile, hasta olmak imkânsız hâle gelir.

Tedavi esnasında bir yardımcı etken daha ortaya çıkar. Bu hastanın entelektüel ilgisi ve kavrayışıdır. Fakat yalnızca bu, çatışan diğer kuvvetler ile güçlükle mukayese edilebilir zira dirençler sebebiyle bulanıklaşan yargı süreçlerinin bir sonucu olarak daima değerini kaybetme tehlikesi altındadır. Dolayısıyla hastanın analistine borçlu olduğu yeni güç kaynakları aktarım ve yönlendirmeye (onunla kurulan iletişim vesilesiyle yönlendirme) indirgenebilir. Ne var ki hasta yalnızca aktarım tarafından uyarıldığı müddetçe yönlendirmeden faydalanır ve bu sebeple güçlü bir aktarım kurulana kadar bizim ilk iletişimimiz geri tutulmalıdır. Ve bunun sonra gelen tüm iyi irtibatlar için geçerli olduğunu ekleyebiliriz. Her durumda aktarımın huzursuzluğu ardışık aktarım dirençleri tarafından ortadan kaldırılana dek beklemeliyiz.[22]

Çeviride esas alınan kaynak: Freud, S. (1913). On Beginning the Treatment (Further Recommendations on the Technique of Psycho-Analysis I). The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XII (1911-1913): The Case of Schreber, Papers on Technique and Other Works, 121-144.

Çeviren: İ. Şahin Ateş

 

[1] [Şu dipnot yalnızca ilk baskıda mevcuttu: “Zentralblatt für Psychoanalyse, 2’de (3, 4 ve 9’da) yayınlanan bir dizi makalenin devamıdır. (“The Handling of Dream-Interpretation in Psycho-Analysis”, “Aktarımın Dinamikleri” ve “Psikanaliz Uygulayan Hekimlere Öneriler”.)”] Bahsi geçen son iki makale Felsefe Sanat Psikanaliz tarafından Türkçeye çevrilmiştir, çn.

[2] “On Psychotherapy” (1905a).

[3] Tanının bu belirsizliğine, parafreninin hafif biçimlerinin analizinin başarısına ve de iki hastalık arasındaki benzerliğin sebeplerine ilişkin pek çok şey söylenebilir fakat mevcut bağlamda bu konuları genişletemem. Şayet böylesi bir kullanım “içedönüklük” (libidonun içedönüklüğü) kavramının yegâne meşru anlamının içini boşaltmayacak olsaydı histeri ve takıntılı nevrozu “aktarım nevrozları”, parafrenik hastalıkları ise “içedönüklük nevrozları” olarak ayırt etmekte Jung’u izlemekten memnuniyet duymam gerekirdi.

[4] Almancası die Montagskruste; İngilizcesi the monday crust. Öyle gözüküyor ki Freud’un “meslektaşlar arasında bir espri” olarak naklettiği bu sözcüğe onun eserini yorumlayanlardan başka hiç kimse tarafından atıfta bulunulmamış. Psychoanalytic Electronic Publishing’in veri tabanına göre bu makale, mektupları da dahil olmak üzere, onun bu espriden bahsettiği yegâne yerdir, çn.

[5] [Bu cümle daha açık olması maksadıyla çeviride nispeten uzatılmıştır.]

[6] [1925’ten önceki baskılarda bu sayı “33’tü”]

[7] [Schiller’in “Das Mädchen aus der Fremde” şiirine bir gönderme.]

[8] [Krş. “Bilinçdışı” (1915e) Standard Ed, 14, 187 ve dipnot.]

[9] [“Hastalıktan ikincil kazanç” düşüncesi histerik ataklar üzerine olan makalenin (1909a) B Bölümü’nde ortaya çıksa da bu ifade Freud tarafından ilk kez mevcut makalede kullanılmış gibidir. Daha ayrıntılı bir tartışma için Freud’un 1923 yılında “Dora” vaka öyküsüne (1905e) eklemiş olduğu dipnota bakınız, Standard Ed., 7, 43.]

[10] İmparator II. Joseph (1741-1790), gerçekleştirdiği pek çok reformun yanında sağlık alanında olanlar ile bilinirmiş. Mezkûr imparator, ihtiyaç duyduğu sağlık hizmetlerini karşılayamayan insanlar için modern, her hastaya kendi yatağının düştüğü bir hastane inşa etmiş. 2000 yataklık bu hastanede fakir kimselerin hiçbir ücret ödemeden sağlık hizmetleri alabileceği kısımlar mevcutmuş. Bunun yanında, örneğin, herhangi bir kadın, hangi toplumsal tabakadan olursa olsun hastaneye gidip çocuğunu “gizlice” doğurmakta, bazen ise doğurmakta ama sahiplenmemekte özgür imiş. Bkz. “Vienna General Hospital”, Center for Forensic Medicine Medical University of Vienna, https://www.meduniwien.ac.at/hp/en/forensic-medicine/general-information/history-of-the-department-of-forensic-medicine-in-vienna/vienna-general-hospital/ (Erişim tarihi: 15.07.2021), çn.

[11] Psikanalizin temel kuralına ilişkin tecrübelerimize dair daha çok şey söylenebilir. Bazen bu kuralı kendi kendilerine koymuş gibi davranan insanlarla karşılaşılır. Başkaları ise daha en başından itibaren bu kurala gücenir. Tedavinin ilk aşamalarında kural koymak hem kaçınılmaz hem de avantajlıdır. Sonraları dirençlerin tahakkümü altında bu kurala itaat zayıflar ve her analizde hastanın onu göz ardı ettiği bir nokta gelir çatar. Eleştirel yargı tarafından sunulan bu bahanelere belirli fikirleri reddetmek maksadıyla boyun eğme ayartısının nasıl karşı konulamaz olduğunu kendi öz-analizimizden hatırlamalıyız. Temel kuralı koyarken hastayla yapılan böylesi anlaşmaların tesirinin ne kadar küçük olduğu hastanın aklına yakın olduğu birisine ilişkin bir şey ilk kez geldiğinde düzenli olarak sergilenir. Her şeyi söylemesi gerektiğini bilir lâkin başka insanlara yönelik ihtiyatını yeni bir engele dönüştürür: “Gerçekten de her şeyi söylemeli miyim? Ben yalnızca beni ilgilendiren meselelerle ilgili olduğunu düşünmüştüm.” Doğal olarak, hastanın diğer insanlarla ilişkisi ve onlara dair düşünceleri dışarıda bırakıldığında analizi yürütmek imkânsızdır. Pourfaire une omelette ilfaut casser des oeufs. Onurlu bir adam, ona bilinecek kadar önemli gelmediklerinden yabancıların özel ilişkilerini kolayca unutur. İsimler konusunda da bir istisna yapılamaz. Aksi takdirde hastanın anlatıları tıpkı Goethe’nin oyunu olan Die natürliche Tochter [Gayrimeşru Kız]’in sahnelerindeki gibi belirsiz olur ve doktorun hafızasında yer tutmaz. Dahası, alıkoyulan isimler her türden önemli bağlantıyı perdeler. Fakat belki de bir kimse hasta doktora ve analizin usulüne daha aşina olana dek isimleri bir kenara bırakmaya müsaade edebilir. Herhangi bir noktada sakınıma müsaade edildiğinde tüm görevin imkânsız hâle gelici çarpıcıdır. Fakat yalnızca sığınma (asylum) hakkı şehrin yalnızca bir bölgesi için geçerli olsaydı neler olabileceğini düşünmemiz kâfidir; kasabanın ayaktakımının orada toplanması ne kadar sürerdi? Bir keresinde çalıştığı makama devlet sırrı oldukları gerekçesiyle belirli şeyleri konuşmaması yemini ile bağlı olan yüksek mevkiden bir kimseyi tedavi etmiştim ve analiz bu kısıtlamanın bir sonucu olarak başarısız oldu. Psikanalitik tedavi hiçbir düşünceye itibar etmemelidir zira nevroz ve dirençleri böylesi bir itibara sahip değildir.

[12] Yalnızca ailevî ilişkiler, ikamet süreleri ve yerleri, operasyonlar ve benzerleri için istisnalar yapılabilir. 

[13] [Bunu Histeri Üzerine Çalışmalar’da (1895d) betimlendiği şekliyle Freud’un en erken vakalarındaki tecrübeleri ile karşılaştırınız, Standard Ed., 2, 50 ve 138.]

[14] [Bu teknik problem Freud tarafından Histeri Üzerine Çalışmalar’a katkısının son sayfalarında tartışılmıştı, Standard Ed., 301-4.]

[15] [Krş. “Aktarımın Dinamikleri” – Kitle Psikolojisi’nin (1921c) X. Bölüm’ündeki bir dipnotta Freud bu durum ile belirli hipnotik teknikler arasındaki benzerliğe dikkat çeker.]

[16] Freud mektupları ve makaleleri dahil olmak üzere 12 farklı yerde rapport kelimesini kullanır. Bu eserlerin ilki 1890’da yazdığı “Psychical (or Mental) Treatment’tır (Psişik [ya da Zihinsel] Tedavi)” ve neredeyse tümünde bu kelime hipnotik tecrübeyi yahut telkini (ilerleyen yıllarda ise [Krş. Kitle Psikolojisi, S.E. vol. XVIII, 126] aktarımı) anlatmak için tercih edilmiştir. Dolayısıyla bu kelimenin Freud tarafından eğik bir şekilde yazılmış olması ve burada meselenin aktarım olması alelâde değildir, çn.

[17] [Yalnızca ilk baskıda bu cümlenin son kısmı şu şekildeydi: “… şayet bir kimse hastanın anlaşmazlığa düştüğü bir tarafın temsilcisi ya da avukatı gibi – örneğin ebeveynlerinden birisi ya da evli çift durumunda diğer eş – davranacak olursa.”]

[18] [Freud’un hâlihazırda bunun bir örneğini sunduğu makalesi olan “’Vahşi’ Psikanaliz (1910k)” ile krş.]

[19] [Freud’un Breuer döneminde bu konu üzerine oldukça farklı olan fikirleri Histeri Üzerine Çalışmalar’da (1895d) benzer bir vaka üzerine sunduğu açıklamalarda açıkça görülebilir, Standard Ed., 2, 274-5.]

[20] [Bilinçsiz ve bilinçli fikirler arasındaki ayrımın topografik görüntüsü Freud tarafından “Küçük Hans” (1909b) vaka öyküsünde tartışılmıştır (Standard Ed., 10, 120-1.) ve “vahşi” analiz üzerine makalesinde (1910k) bu konuya ima yoluyla bir kez daha değinmiştir (Standard Ed., 11, 225.). Görüntünün güçlükleri ve yetersizlikleri mevcut makaleden iki yıl sonra yayınlanan, ayrımın daha derin bir açıklamasının ortaya konduğu metapsikolojik makale “Bilinçdışı’nın” (1915e) II. ve VII. Bölümlerinde işaret edilmiştir.]

[21] [8 numaralı dipnot ile karşılaştırınız.]

[22] [Psikanalitik terapinin mekanizmasına ilişkin sorun ve bilhassa da aktarım Giriş Konferansları’nın (1916-17) XXVII ve XXVIII.’sinde tartışılmıştır. Ketlenmeler, Belirtiler ve Kaygı’nın (1926d) VI. Bölüm’ünde Freud “psikanalizin temel kuralını” idare etmenin güçlüğü üzerine ilginç yorumlarda bulunur.]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu